Chapter 27: Bölüm 27 - Çelikten Bir Adım
Rona, odasında düşüncelere dalmıştı.
Laboratuvardan çıkıp odasına döndüğünden beri zihni bir an olsun durulmamıştı. Ne kadar çabalasa da aklındaki o dehşet verici görüntüler zihnine kazınmış gibiydi. O soğuk, hareketsiz beden gözlerinin önüne geldikçe, nefesi düzensizleşiyor, midesindeki bulantı tekrar yükseliyordu.
Masumiyetin çarpık bir parodisi gibi duran o cansız vücut... Gözleri kapalı, yüzü solgun, sanki hiçbir şey hissetmiyormuş gibi. Ama boşaltılmış göğüs kafesi, bir zamanlar yaşayan bir insanın artık yalnızca bir deney malzemesi haline getirildiğini haykırıyordu. Derisi solgundu, sanki içindeki tüm yaşam sökülüp alınmıştı. Damarlarının yerinde boşluk vardı; organlarının yerine ise sadece derin bir karanlık.
Elleri dizlerinin üzerinde titreyerek sımsıkı kapandı. Kendini sakinleştirmeye çalıştı, ama içindeki huzursuzluk kıpır kıpır hareket ediyordu.
"Usta... gerçekten bunu yapmış olabilir mi?"
Sesi, odanın içinde yankılanmayan boğuk bir fısıltı gibi döküldü dudaklarından. Kendi içindeki bu soruya kesin bir yanıt veremiyordu.
Ogmios, yıllardır ona rehberlik eden, büyünün inceliklerini öğreten, disiplinli ama adil bir ustaydı. Ona, bilgeliği ve düzeni öğreten kişiydi. Güçlüydü. Bilgiliydi. Ama şimdi, her şey bulanıklaşıyordu.
Ya o gerçekten... bir canavarsa?
Rona'nın boğazı düğümlendi. Onun için her zaman en doğru yolu gösteren Ustası, nasıl böyle bir vahşete imza atabilirdi?
Peki ya Büyük Usta Devon?
Büyük Usta Devon her zaman daha katı, daha sert biriydi. Soğuk ve sessiz biri gibi görünüyordu, belki de bu deneyler onun gözetiminde yapılıyordu. Ancak laboratuvarın Üstad Ogmios'a ait olduğu gerçeği, zihninde yankılanan bir çan gibi çınlıyordu.
Elleri istemsizce sımsıkı kapandı. Ogmios bunu yapıyorsa...
Öğrencisi olarak ben kimim?
O, benim ustamdı. Rehberimdi. Onun yolundan gidiyordum.
Ama ben de bir gün böyle mi olacağım?
Bu düşünce, içini ürpertti. Büyü yolculuğu onu bu noktaya mı sürükleyecekti?
Başını dizlerinin arasına koydu, nefesini düzenlemeye çalıştı. Ama içindeki korku ve belirsizlik, susturulamayacak kadar büyümüştü.
Tam o anda kapısı üç kez vuruldu.
Keskin, düzenli ve tereddütsüz.
Rona irkildi, kalbinin ritmi bir anda hızlandı. Tüm düşünceleri yarım kaldı, içindeki karmaşa, aniden bölünmüş gibi hissettirdi. O kadar derinlere dalmıştı ki, gerçek dünya sanki bir an için silinmişti.
Derin bir nefes aldı, elleri hafifçe titriyordu. Kendini toparlamaya çalışarak hızla doğruldu, elini kapının tokmağına götürdü ve yavaşça açtı.
Kapının ardında, beyaz cübbeli bir büyücü duruyordu.
Adamın yüzü ifadesizdi, duruşu disiplinliydi. Beyaz Büyü Kulesi'nin katı hiyerarşisinde yetişmiş herkes gibi, duyguya yer bırakmadan konuştu.
"Çırak Rona, Usta Ogmios döndü. Sizi çağırıyor."
Rona'nın nefesi sıklaştı.
Birkaç kelime, zihnindeki tüm düşünceleri darmadağın etmeye yetmişti.
Sırtından bir ürperti geçti, karnında beliren o bilinmez baskı tekrar yükseldi. O kapıya adım atarken duyduğu korku, şimdi tekrar iliklerine işliyordu. Dudaklarını hafifçe ısırarak kendini sakinleştirmeye çalıştı.
Gördükleri…
Beynine kazınmış o anılar, kan lekesi gibi zihnine işlemişti. O cesedin boş göz çukurları, boşaltılmış göğüs kafesi...
Üstad Ogmios… ne kadarını biliyordu?
Kapıdan içeri girdiğini fark etmiş miydi?
Ya da... bunu fark etmesini istiyor muydu?
Ona ne söyleyecekti?
Gördüklerinden bahsedecek miydi?
Bir an duraksadı, boğazı kurumuştu. Ancak ne olursa olsun, gitmek zorundaydı.
Yavaşça başını salladı ve sessizce büyücünün peşine düştü.
Koridora adım attığında, soğuk taşların yankısı, ayak seslerine eşlik etti.
***
Rüzgâr, geniş düzlükleri yalayarak geçerken soğuk hava, Jaksen'in terli alnına çarpıyor, bedeninde yükselen sıcaklık ile buz gibi rüzgâr çelişkili bir kavga veriyordu. Ellerini kılıcının kabzasına daha sıkı sararak, önündeki yaratıklara odaklanmaya çalıştı.
İnanamıyordu.
Bunların gerçek olduğuna, bu yaratıkların gerçekten var olduğuna… Bu dünyaya geldiğinden beri her şey ona masal gibi geliyordu. Ama ya şimdi? Kan kokusu burnunu yakarken, kalkan duvarlarının ortasında nefes alan bu vahşet onu tereddütsüz öldürmeye hazırken, burası artık bir rüya değildi.
Bu sabah Morgana ile ilk kez canavarlarla savaşmıştı. Eğer Morgana yanında olmasaydı, büyük ihtimalle çoktan ölmüştü. Ama o dövüşte bir şey fark etmişti—aslında sandığından daha güçlüydü. Bedeni, bu yaratıklardan daha hızlı ve dayanıklıydı. Ancak aklı… hala alışamıyordu.
İşte en büyük sorun da buydu.
Önündeki yaratıklar, uzun pençeli, koyu gri pullarla kaplı, kana susamış yırtıcılardı. Gözleri kıpkırmızıydı; sadece avını görmek için değil, avının korkusunu hissetmek için tasarlanmış gibiydi. Daire çizerek etrafında dönüyorlar, her hareketini analiz ediyorlar, zayıf noktasını bulmaya çalışıyorlardı.
Jaksen'in kalbi kulaklarında yankılanıyordu.
Etrafı kusursuz bir duvar gibi kapanan kalkanlarla sarılmıştı. Lejyon askerleri, kalkanlarını birbirine yaslamış, yaratıkların kaçmasını engelleyen bir arena oluşturmuşlardı. Kalkanların metal yüzeyi, soğuk ışıkta yansıyor, alanın orta kısmında Jaksen ve canavarlar dışında hareket eden tek bir şey bile yoktu.
Sadece o ve yaratıklar duruyordu.
Ve en kötüsü, Morgana'nın bakışlarını ensesinde hissediyordu.
Morgana, ellerini göğsünde birleştirmişti. Gözleri ifadesizdi, sanki olanları umursamıyormuş gibi bir tavırla duruyordu. Jaksen'in çabalayışını izliyor, birkaç öğreti dışında hiçbir şekilde müdahale etmiyordu.
"Dik dur, Jaksen."
"Nefesini düzenle."
"Sana zaman tanımayacaklar. Bir hata yaparsan ölürsün."
Jaksen dişlerini sıktı. Bu, bir eğitim mi yoksa benim idam sahnem mi? Diye düşündü Jaksen.
O anda canavarlardan biri bir gölge gibi hareket etti.
Sadece bir anda Jaksen onu fark edemeden önünde belirdi. O kadar hızlıydı ki, pençeleri havayı yırtarcasına savruldu.
Jaksen refleksle yana sıçradı.
Kılıcını kaldırdı, saldırıyı engellemeye çalıştı. Ama canavarın gücü onu geriye doğru sürükledi. Ayakları taş zemine kazılmış gibi durmaya çalışsa da ilk saldırıyı zar zor savuşturmuştu.
"Çok yavaş." Morgana'nın sesi keskin ve duygusuzdu.
Jaksen dişlerini sıktı. Haklıydı. Refleksleri yeterince keskin değildi. Beyni, bu dünyanın kurallarına alışmaya çalışıyordu ama vücudu ona ihanet ediyordu. Eğer burada başarılı olmak istiyorsa, düşünmeyi bırakıp savaşmalıydı.
Ama Morgana durmadı.
"Korkuyorsun. Korktuğun için kılıcını doğru savuramıyorsun."
"Bunu nasıl anladın?" diye sordu Jaksen, gözleri canavarlara odaklanmışken.
"Kendin hissetmedin mi?" Morgana'nın sesi, kendi düşüncelerinin içinden bir bıçak gibi geçti.
"Tüm vücudun kasıldı. Kılıcın titredi. Sen bir kahraman olarak çağırıldın, ama şu an bir şövalye çırağından farkın yok."
Jaksen sıkıca kılıcını kavradı. İçinde yükselen öfke, korkunun yerini almaya başladı. Korktuğunu Morgana'nın görmesini istemiyordu.
Diğer canavar, yıldırım gibi atıldı.
Ama bu kez, Jaksen hazırdı.
Ayağını güçlüce yere bastı, kılıcını iki eliyle sımsıkı kavradı.
Ve saldırıyı savuşturdu.
Metal bıçak, canavarın pençesiyle çarpıştığında, kıvılcımlar saçıldı. Ama Jaksen bu kez geri çekilmedi.
Bunu gören Morgana, hafifçe gülümsedi.
"İşte böyle. Şimdi savaşmayı öğreniyorsun."
Lejyon askerleri, kalkanlarını daha da sıkı kapatarak dövüşü yalnızca Jaksen ve canavarlar arasında bırakıyordu.
Bu bir savaş değil, bir testti.
Ve Jaksen'in burada kazanmak zorunda olduğu bir sınavdı.
Canavar tekrar atıldığında, bu kez geri çekilmedi.
Kılıcıyla hamlesini karşıladı, geri adım atmadan, gücünü kullanarak karşı koydu.
Bu dövüş artık korkunun değil, hayatta kalmanın savaşıydı.
Jaksen, tüm bedenini acıtan yorgunluğa rağmen saldırılarını kesmedi. Canavarların her hareketini takip ediyor, nefesini düzene sokarak düşünmek yerine içgüdüleriyle savaşmaya başlıyordu.
Önündeki yaratıklardan biri, hala onu gözlemliyordu. Dairesel hareketlerini hızlandırmış, daha da temkinli bir hale gelmişti. Ancak diğeri, açığını yakalayıp hızla saldırdı.
Jaksen dişlerini sıktı. Bu onun fırsatıydı.
Yan adım attı, saldırıyı savuşturdu ve bıçağını hızla yukarı savurdu. Canavarın pençesi havada dengesizleştiği anda, tüm gücünü bıçağın üzerine odakladı.
Ve keskin bir hamleyle, canavarı yere serdi.
Yaratık, ağır bir gürültüyle yere çakıldı. Kasları seğirirken hırıltılı bir ses çıkardı ve sonra hareketsiz kaldı.
Jaksen, kılıcını gevşemiş elleriyle sıkı sıkı tuttu. Gerçekten başarmış mıydı?
Ama dövüş bitmemişti.
İkinci canavar geri çekiliyordu. Gözleri, Jaksen'in gücünü fark etmiş gibi, şüpheyle ona bakıyordu. Daha önce bir av olarak gördüğü bu adam, şimdi tehdit haline gelmişti.
Jaksen'in göğsü hızla inip kalkıyordu. Yorgundu ama her an tetikte olmalıydı. Eğer şimdi bir hata yaparsa, canavar kaçabilir ve daha büyük bir tehdide dönüşebilirdi.
Ama canavarın aklında başka bir şey vardı.
Ve tam o anda, yaratık aniden Jaksen'in arkasına doğru atıldı.
Jaksen, yaratığın kaçacağını düşündüğü için saldırıyı fark etmekte gecikti. Daha ne olduğunu anlamadan, canavar bir gölge gibi Morgana'ya doğru sıçramıştı.
Lejyon askerlerinin bir kısmı bunu fark edip bağırdı.
"General!"
Ama Morgana, yerinden kıpırdamadı bile.
Ellerini hâlâ göğsünde birleştirmişti. Durduğu yerden zerre kımıldamamış, en ufak bir savunma pozisyonuna bile geçmemişti.
Canavar, devasa pençelerini Morgana'ya savurduğu anda…
Morgana tek bir hareket yaptı.
Çıplak elini yumruk haline getirip, hiç duruşunu bozmadan tek bir vuruş yaptı.
Yumruğu canavarın başına çarptığı anda, yaratığın kafatası neredeyse anında çöktü.
Bir 'çat' sesi yankılandı. Jaksen'in gözleri büyüdü. Daha bir dakika önce üzerine atlayan yaratık, şimdi cansız bir kütle gibi yere yığılmıştı.
Morgana hiçbir şey olmamış gibi ellerini tekrar göğsünde birleştirdi.
Tüm alanı sessizlik sarmıştı.
Sonra, lejyon askerlerinden biri kıkırdadı.
"Ah… Bu yaratık gerçekten generale saldıracak kadar salaktı demek."
Birkaç asker, kalkanlarının ardında gülümsemeye başladı. Tüm grup, bu sahne karşısında rahatlamış gibiydi.
"Kahramanın elin de onuruyla ölmek varken gerçekten de generale mi saldırdı?" diye bir diğeri ekledi.
Bir başka asker, kafasını iki yana sallayarak kahkaha attı.
"Güç farkını bile sezememiş. Yazık."
"Yazık mı? Hayır, onun için üzülemem. Açıkçası kıskandım bile diyebilirim. Ben olsaydım ben de bizzat Generalin elleriyle ölmek isterdim."
Askerlerin kahkahaları yankılanırken, Jaksen hâlâ şaşkındı.
Az önce olanları zihninde tekrar ediyordu.
O, hayatta kalmak için var gücüyle savaşırken, Morgana bir yumrukla devasa bir canavarı yere sermişti.
Gerçekten... bu kadar güçlü müydü?
Morgana, Jaksen'e göz ucuyla baktı. Alaycı olmayan ama gerçekleri saklamayan bir ses tonuyla konuştu.
"Daha gidecek çok yolun var, Jaksen."
Jaksen, nefesini düzenlemeye çalışarak kılıcını kınına yerleştirdi. Vücudu ağrıyordu. Savaşın heyecanı yavaşça yerini bitkinliğe bırakırken, yeni yeni fark etmeye başladığı kas ağrıları ona gerçek bir savaşın ne demek olduğunu hissettiriyordu.
Bu yolculuğun başında, kahraman olmak nasıl bir şeydi bilmiyordu. Ama artık biliyordu ki kahraman olmak, kılıcını kaldırıp sadece düşmanlarını yenmekten ibaret değildi. Hayatta kalabilmekti.
Lejyon, disiplin içinde toparlandı. Savaş alanı hızla temizlendi, askerler kalkan formasyonlarını bozarak yürüyüş düzeninde ilerlemeye hazır hale geldiler. Jaksen, zihninde hâlâ savaşın yankılarını taşırken, Morgana ve lejyonla birlikte yollarına devam ettiler.
***
Güneş batıya çekilirken, kuzeyin keskin soğuk rüzgârları Jaksen'in zırhının boşluklarına sızıyor, ince bir bıçak gibi tenine dokunuyordu. Sabahki savaştan sonra, yolculuğun geri kalanı Jaksen için adeta bir sis perdesi gibiydi. Yorulmuştu, ancak zihni henüz tam anlamıyla dinlenmeye hazır değildi.
Önlerinde yükselen devasa taş surlar, Larkan'ın ihtişamını gözler önüne seriyordu.
Lejyon, nihayet Larkan'a varmıştı.
Şehrin surları, güneşin alçalan ışıkları altında ağır gölgeler bırakıyordu. Devasa taş duvarlar, zamanın ve savaşların yükünü taşıyan eski yaralarla kaplıydı ama dimdik ayaktaydı. Surlara kazınmış çatlaklar, onlarca yıl süren savaşların ve istilaların izlerini taşıyordu.
Larkan, düşmeyen bir kaleydi. Kuzeyin dondurucu kışlarına ve acımasız savaşlarına karşı ayakta kalmayı başarmış, savaşçı ruhunu kaybetmemiş bir kentti.
Ancak bu şehirde bir şeyler değişmişti.
Şehre yaklaşırken, surların tepesinde dizili muhafızlar göze çarpıyordu. Gözcüler, lejyonun ilerleyişini izlerken elleri tetikteydi. Aşağıda, sur kapısının hemen önünde, Larkan halkı sessizce toplanmıştı.
Kadınlar ve yaşlılar çocuklarını arkalarına alırken, tüccarlar ve işçiler merakla ama temkinli bir şekilde lejyonun gelişini seyrediyordu. Askerî bir birlik şehre girdiğinde halk her zaman endişelenirdi. Çünkü ordular, beraberinde asla sadece zafer getirmezdi. Bazen kaos, bazen sefalet, bazen de katliam...
Morgana, atının üzerinde, sert bakışlarla Larkan'ı süzüyordu. Jaksen de ilk defa böylesine büyük ve kasvetli bir şehir gördüğünden olacak, gözlerini ayırmadan yapıları inceliyordu.
Yanındaki subaylardan biri atını sürerek Morgana'ya yaklaştı.
"General, gözcülerimizi kuzeye ve doğuya göndermek için emirlerinizi bekliyoruz."
Morgana, başını hafifçe eğerek gözlerini surlardan ayırmadan konuştu.
"Larkan'ın kuzeyindeki yolları ve dağ geçitlerini gözlemleyin. Elnar yakınlarında herhangi bir hareketlilik olup olmadığını tespit edin. Ayrıca Renoire şehrinin kalıntılarına da dikkat edin. İsyancılar bu bölgelerin birinde olmalı."
Jaksen, bu ismi duyduğunda içini anlam veremediği bir ürperti kapladı.
Renoire…
Bu isim, Morgana'nın zihnine ağır bir taş gibi düştü. Bir zamanlar büyük bir krallık olan Renoire'den geriye yalnızca yanmış taşlar ve küle dönmüş binalar kalmıştı. Ama bir yerin halkı yok olduğunda bile, hayaletleri daima kalırdı.
Subay başını eğerek hızla geri çekildi. Diğer subaylar da emirlerini aldı ve birer birer lejyondan ayrılarak belirtilen yönlere doğru yola koyuldular.
Morgana, derin bir nefes aldı. Atının dizginlerini sıktı ve arkasındaki orduya döndü.
"Lejyon, kuzeye bakan surların dışında kamp kuracak. Larkan'ın sokaklarına yayılmayacaksınız. Dük Harold'dan erzak desteği talep edeceğim. Hazırlıklarınızı yapın ve disiplininizi koruyun."
Jaksen, ilk kez bir komutanın orduyu böylesine disiplinle yönettiğine şahit oluyordu. Bir emrin, bu kadar hızlı ve itirazsız yerine getirilmesi onu şaşırtıyordu. Buradaki askerler, yalnızca emir alan adamlar değildi. Onlar, adeta bir makine gibi işliyordu.
Askerler hızla yerleşim düzenine geçerken, Morgana atından indi. Jaksen de onunla atından inerken, bacaklarının uyuştuğunu hissetti.
Şehrin sur kapıları gıcırdayarak açıldığında, Larkan'ın içindeki kalabalık biraz daha geriye çekildi. Şehir halkı, lejyonun şehre adım atmasını sessizce izliyordu. Çoğu, onlara yaklaşan tehlikeleri bilmiyordu bile. Kuzeyin soğuk rüzgârları, şimdi sessizce bu şehri de içine çekiyordu.
Jaksen, etrafındaki askerleri izlerken, Morgana'nın kararlı adımlarla siyah taşlı şatoya doğru yürüdüğünü fark etti.
Şimdiye kadar her şey ona bir hayal gibi geliyordu.
Ama Larkan'a varması, artık geri dönüş olmadığını gösteriyordu.
Bu şehre adım atmasıyla, gerçekten bir savaşın içine çekildiğini anladı.