Chapter 29: Bölüm 29 - Geçmişin Yankıları
Rüzgâr, yüzlerine ince bir soğukluk taşıyordu. Reyna, pelerinine biraz daha sıkı sarıldı. Güneş yeni doğmuştu ve ormanın içinde hâlâ uzun gölgeler dolaşıyordu. Larkan'a yaklaşıyorlardı.
Reyna yürürken, Aries'in sözlerini sindirmeye çalıştı.
''Önce kendini tanımalısın.''
Ama ben kimim? Bunu daha önce hiç düşünmemişti. Ailesinin yanında, bir kimliğe ihtiyacı yoktu. Onlar vardı. Onlarla birlikteydi. Ama şimdi… yalnızdı. Bir başına kalmıştı.
Bir zamanlar birilerinin kızıydı. Bir zamanlar bir evin içindeydi. Bir zamanlar, geceleri annesinin sesiyle uykuya dalardı.
Ama artık o kişi değildi.
Şimdi kimdi?
Eğer büyücü olamazsa, eğer savaşçı olamazsa… o zaman ne olacaktı?
Aries'e baktı. Adam, ona asla tam olarak cevap vermeyecekti. Ama bir şey söylediğini fark etti:
"Sen kendi yolunu bulmalısın."
Belki de bu, bir başkasının yolu değildi. Belki de sadece Aries gibi olmasına gerek yoktu.
Kendi yolunu çizmesi gerekiyordu. Ama bunun için önce kim olduğunu öğrenmeliydi.
Ve bunu öğrenene kadar, Aries'in yanında kalacaktı.
Kız kendi düşüncelerinde kaybolmuşken Aries, her zamanki gibi sessizdi. Adımları kararlı, nefesi düzenliydi. Ancak Reyna onun sessizliğine alışmaya başlamıştı. Sessizliği eskisi kadar korkutucu gelmiyordu.
Yine de konuşmak istedi.
Bağırıp çağıran, enerjik bir çocuk değildi Reyna. Küçük adımları sessizdi, sesi hafifti, çoğu zaman yalnızca etrafı izlemekle yetiniyordu. Ama içindeki sessizlik bazen dayanılmaz oluyordu.
Düşünceler zihninde dolaşıyor, cevaplarını bilmediği sorular bir bir sıralanıyordu. Aries'in yanında olmak güvenliydi, ama aynı zamanda korkutucuydu. Adamın varlığı sakin ama ağırdı. Etrafındaki hava bile yoğun hissediliyordu, sanki sessizliğinde bir yük taşıyordu.
Aries'in gözlerinin altındaki gölgeleri fark etti.
Uykusuz görünüyordu. Ya da belki de… yıllardır yorgundu.
Reyna, içindeki düşünceleri dağıtmak için ağzını açtı.
"Abi?"
Adamın omuzları hafifçe gerildi, ama hemen ardından gevşedi. Yavaşça başını çevirdi, Reyna'nın küçük, meraklı gözlerine baktı.
"Sen kaç yaşındasın?"
Aries, bir an için ona anlam veremedi. Kaşlarını hafifçe kaldırdı. Bu soru, yüzlerce savaşın, ölümün ve acının arasında o kadar önemsizdi ki…
Ama Reyna'nın sorusu önemsiz değildi. Çocuğun merakı, basit bir oyun gibi görünse de aslında onun Aries'i tanımak istemesiydi.
Bu farkındalık, adamın içine hafif bir huzursuzluk bıraktı.
"Bu soruyu neden soruyorsun?"
Reyna omuzlarını silkti. "Sadece merak ettim. Sen her zaman böyle mi… şey… sessizdin?"
Aries, birkaç adım attı. Yolun kenarında duran yüksek kayalıklara göz gezdirdi, ufkun ötesinde uzanan gökyüzüne baktı. Cevabı düşünmeden vermek istemedi.
Sonunda, ancak bir süre sonra cevap verdi.
"Hayır."
Reyna, kaşlarını kaldırdı. "Gerçekten mi? Öyle hissettirmiyorsun."
Aries'in yüzüne hafif bir hüzün çöktü.
Bunu duyunca kendisinin bile bir zamanlar farklı olduğunu hatırladı. Konuşan, gülen, hayatı hissettiği bir zamanı… Ama o zamanlar bir insandı.
Şimdi ne olduğunu bilmiyordu. Derin bir nefes aldı. Sesi, rüzgâr kadar hafif ama keskin çıktı.
"İnsan, kaybettikçe sessizleşir."
Reyna'nın gözleri büyüdü. Küçük dudakları hafifçe aralandı. Bunu tam anlamıyla kavrayamıyordu, ama hissedebiliyordu.
"Ne kaybettin?"
Bu soru, Aries'in adımlarını bir an için duraklattı.
Ne kaybetmişti?
Bir ülke.
Bir aile.
Ve sevdiği kadın.
Bir zamanlar bir çocuğun sahip olduğu her şeyi…
Ve sonra bir adamın kalbinde taşıdığı her şeyi.
Ama bunları anlatamazdı. Çünkü anlatırsa, Reyna'nın gözlerindeki o ışığın solmasını izlemek zorunda kalırdı. O ışık, Aries'in gözlerinde çoktan sönmüştü. Ama Reyna'nın gözlerinde hâlâ vardı.
Gözlerini kaçırdı.
Yürümeye devam etti. Bu geçmişin konuşulacak bir şey olmadığını hissettirerek.
Ve sadece iki kelimeyle cevap verdi.
"Her şeyi."
Reyna, bu cevabın altında yatan ağırlığı hissetti. Çocuk olmasına rağmen, bu sözlerin taşıdığı acı ve karanlık ona bile ulaştı. Ama daha fazla soru sormadı. En azından bir süreliğine.
Aries, zihninin olağan karanlığında bir tuhaf sessizlik olduğunu fark etti. Bu sessizlik, alışkın olduğu sessizlikten farklıydı. Genellikle intikam arzusunun yankıları, zihninin her köşesinde yankılanırdı. Her adımında, her nefesinde, her uykusuz gecesinde…
Ama şimdi hiçbir şey duymuyordu. Günlerdir ne bir fısıltı ne bir kâbus ne de bir gölge. Yürüdükçe, normalde onu asla yalnız bırakmayan imgelerin kaybolduğunu fark etti.
Ne gümüş saçlı elf vardı…
Ne yanan şehrin çığlıkları.
Ne annesinin, ablasının ve babasının sesleri.
Ne de Lenore'nin hayaleti, ona duyduğu umutsuz sevgiyi fısıldıyordu.
Sanki zihni, ilk kez o dipsiz kuyunun içinden çıkmıştı. Ama nasıl? Ne değişmişti? Aries gözlerini hafifçe kıstı, kendi zihninde kaybolmuş gibiydi. Bunca zamandır, her gün bu karanlığın içinde yürümüştü. İntikamını asla unutmamış, bir an bile bu ateşi içinde söndürmemişti. Yaptığı her şey, bir sonraki adımı, bir sonraki hamlesi içindi.
Ama bu sessizlik… rahatsız ediciydi. İlk başta bunu fark etmemişti. Belki de bu, bir zayıflık anıydı. Belki de geçmişinden bir şeyleri unutuyordu. Ama hayır. Hatırlıyordu.
Sadece ilk kez, bu anıların boğazına yapışmadığını fark etti. Başını yavaşça çevirdi. Yanında yürüyen küçük kıza baktı.
Reyna.
Yolu izliyordu. Küçük adımları, toprağı neredeyse hissettirmeyecek kadar hafifti. Ama onun varlığı… ağırdı. Henüz kim olduğunu bulmaya çalışan bir çocuktu. Ama onun burada olması, Aries'in fark etmediği bir şeyleri değiştirmişti.
Belki de ilk kez…
Aries, intikamın ötesinde bir şeyler olduğunu fark ediyordu. Ama bunu kabullenmek, onun için çok tehlikeliydi. İntikam onu hayatta tutan şeydi. Ona bir kimlik veren, yolunu çizen, güçlenmesini sağlayan şeydi.
Eğer intikamından başka bir şey olabileceğini düşünürse… Peki, o zaman kim olurdu?
Bir an için, bu soru zihninde yankılanırken, içini hafif bir ürperti kapladı. Reyna, Aries'in baktığını fark etmeden yürümeye devam etti ve Aries, bu sessizliği ilk kez huzur verici bulduğunu fark etti.
"Peki ya sen?" diye sordu Aries, aniden. Reyna, başını kaldırıp ona baktı. "Ben mi?"
Aries gözlerini kıza dikti. "Kaç yaşındasın?"
Küçük kız hafifçe gülümsedi. "Dokuz."
Aries kaşlarını çattı. "Dokuz mu? Altı ya da yedi sanıyordum."
Reyna kıkırdadı. "Herkes öyle düşünüyor."
Aries, başını hafifçe salladı. Küçük kızın cılız bedenine ve ince yüz hatlarına bakınca, gerçekten dokuz yaşında olduğuna inanmak zordu. Ama gözlerinde... yaşından beklenmeyecek bir derinlik vardı.
Bu gözleri çok daha yaşlı bir ruh taşıyor gibiydi. Reyna, başını yana eğerek ona baktı. "Sen kaç yaşındasın?"
Aries, kısa bir an duraksadı. Kendi yaşı... Gerçekten kaç yaşındaydı? Dudakları açıldı, ama hemen cevap veremedi. Sayıları düşündü. Yılları düşündü. Bilinçsizce kaşlarını çattı. "Bilmiyorum."
Küçük kız kaşlarını kaldırdı. "Nasıl bilmiyorsun?"
Aries, hafifçe gözlerini kapadı. Düşündü. Ama geçmişine her uzandığında, sanki zaman bir girdaba dönüşüyordu.
"Çünkü yıllar, içimde birikmiş bir kül gibi" diye mırıldandı. "Bazıları unutuldu, bazıları birbirine karıştı."
Reyna, onun sözlerini tam olarak anlamamıştı. Ama bir şey fark etti: Aries'in zaman algısı sıradan biri gibi değildi. Bir insan nasıl yaşını unutabilirdi ki?
Ama Aries'in normal bir insan olmadığını biliyordu. Bir süre daha yürüdüler. Sessizlik, bir perde gibi üzerlerine düştü. Sonra Reyna, aniden sordu: "Hiç mutlu oldun mu?"
Aries'in adımları, neredeyse fark edilmez bir şekilde yavaşladı.
Mutluluk. Bu kelime... o kadar uzak, o kadar yabancıydı ki. Sanki başka bir hayata ait gibiydi. Ama bir zamanlar... gerçekten de mutluydu.
Lenore.
İsmini bile düşünmeye cesaret edemediği o hayalet, zihninde yankılandı. O zamanlar gerçekten de mutlu olmuştu. Ama mutlu olduğu şey, elinden alınmıştı. Tekrar.
Ve o günden sonra, mutluluk yalnızca bir yanılgıydı. O günden sonra, Aries'in içinde sadece intikam kaldı.
Yüzü bir an için gölgeler içinde kaldı. Ama Reyna, bunu fark etti. Aries'in gözlerinde kaybolmuş bir şeyler vardı. Ve ilk kez, Aries'in sadece güçlü biri olmadığını, aynı zamanda bir enkazla dolu olduğunu fark etti.
Ama yine de ona bunu sormadı. Çünkü bazen cevapları bilmemek, onları duymaktan daha az acı vericiydi. Aries'in zihni, istemsizce o karanlık güne döndü.
Renoire yanıyordu.
Gökten inen kızıl alevler, karanlık geceyi parçalıyor, devasa duman sütunları surları aşıyor, gökyüzünü siyaha boyuyordu. Şehrin taş yolları, üstünde akan kanla karışmıştı; kasap tezgâhlarını andıran sokaklar, birbirine dolanan cesetlerle kaplanmıştı. Gözleri oyulmuş, karınları deşilmiş bedenler… Ellerinde kılıç tutamadan ölmüş askerler… Yanmış, parçalanmış kadınlar ve çocuklar…
O gece, Renoire yok oluyordu.
Ama Aries, hayattaydı.
Ve bunu affedemiyordu.
Sarayın avlusunda, babasının çığlığı, alevlerin arasında kayboluyordu. Kralın kanla kaplı tahtı artık yoktu. Şimdi onun yeri, bir kazık ve alevlerle çevrili bir işkence sahnesiydi.
Babası canlı canlı yanıyordu.
Teninin kopuşu, etinin kemiklerinden ayrılışı, dumanlar arasında kayboluyordu. Aries, her nefeste gelen yeni bir çığlıkla zihnine kazınan bu görüntüye bakarken, hareket bile edemiyordu. Kendisini sürükleyen şövalyelerin güçlü ellerini hissediyor, ama direnmek için gücü yetmiyordu.
Ogmios, bir gölge gibi oradaydı. Büyücüler, alevlerin karşısında bir duvar gibi duruyor, büyü ile kaderi mühürlenmiş bu krallığın yıkımını izliyorlardı.
Aries'in annesi, Kraliçe Thelania von Renoire hala ayaktaydı.
Yaralı, kanlar içinde, bir savaşçının son nefesinde bile onurunu koruyan gözleriyle büyücülere bakıyordu. Öfkesi, kasvetli gökyüzü kadar yoğundu. Manası, çevresindeki toprağı titretecek kadar kudretliydi. Ellerinde biriken alevler, ölü bir halkın son kükreyişi gibiydi. Ama Aries, kaderin kaçınılmazlığını fark ediyordu.
Annesi kazanamayacaktı.
Tıpkı babası gibi, tıpkı yanındaki yoldaşları gibi, o da düşecekti. Ve Aries, kaçmak zorundaydı. Ama en çok korktuğu an, o an değildi.
Ablasının çığlığını duyduğunda, asıl korkuyu o zaman hissetti. Zihninde yankılanan o ses, hiç susmadı.
Renoire hanedanlığının şövalyeleri Aries'i daha da hızlı sürükledi. Vücutları delik deşik olmuş, hırıltılı nefeslerle son güçleriyle prens için kaçış yolu açıyorlardı. Ölüler üstüne yığılıyor, yollar cesetle doluyordu.
Aries bir daha dönüp bakmadı.
Ama gördü. O çığlıkların nedenini gördü. İmparatorluk askerlerinin vahşetini gördü. İmparatorluğun gerçek yüzünü gördü. Ve o günden sonra, hiçbir şey aynı olmadı.
İmparatorluk onun elinden her şeyi aldı, her şeyini kaybetti. Ama bir süreliğine, bütün bunları unutmuştu.
Lenore hayatına girmişti.
Onun kahkahaları, Aries'in karanlığını dağıtıyordu. Sesi, geçmişin acılarını susturan tek şeydi. Onunla birlikteyken, Aries bir anlığına da olsa geçmişin hayaletlerinden kaçabiliyordu.
Lenore'nin elleri, Aries'in soğuk tenine dokunduğunda, içindeki boşluk bir nebze doluyordu. Herkes gibi onu da kaybedeceğini bilmiyordu.
Sevmişti.
Onu sevmişti.
İlk ve tek aşkıydı.
Ama onu da elinden almışlardı.
İmparatorluk, Aries'e zaten her şeyini kaybettirmişti.
Ama Lenore'nin ölümü, son damlaydı.
O zaman Aries gerçekten öldü.
O günden sonra, yalnızca intikam kaldı.
O zamana kadar sadece kaçıyordu. Hayatta kalmaya çalışıyordu. Ama Lenore öldüğünde, bir karar aldı.
Bundan sonra kaçan bir av değil, avcı olacaktı. İmparatorluk, onun elinden her şeyini almıştı. O da imparatorluğun her şeyini alacaktı. Ancak bunu yapabilecek gücü yoktu. Aries güçsüzdü.
Ama bir gün, Lenore ile ilişkisinin öğrenilmesinin ardından köle olduğu evin sahibi onu lanetli bir mağaraya attırarak ölüme terk etmişti. Ölüme terkedildiği o mağaranın, Aries'e istediği, ihtiyacı olan gücü vereceğini o zamanlar bilmiyordu.
Aries, yere düşerken kemiklerinin çatırdadığını hissetmişti. Karşı koymasına bile izin vermeden, muhafızlar onu mağaranın ağzına kadar sürüklemiş, ardından hiçbir şey söylemeden itmişlerdi. Düşüşü uzun sürdü. O kadar uzun ki, sanki düşerken geçen her saniye, ona hayatının ne kadar değersiz olduğunu hatırlatıyordu.
Sonunda yere çarptığında, nefesi ciğerlerinden sökülüp gitmişti. Birkaç dakika boyunca hareket edemedi, belki de daha uzun.
Burası bir mezardı.
Nefes aldığı her an, çürümüş etin kokusu ciğerlerini dolduruyordu. İlk başta bu kokunun duvarlardaki yosunlardan geldiğini düşündü. Ama gözleri yavaş yavaş karanlığa alıştığında, kokunun kemikler ve çürüyen cesetlerden yayıldığını anladı. İnsan kemikleri. Hayvan kemikleri. Yarı parçalanmış cesetler, üstlerine çöküp kalan bir kaderin sessiz hatırlatıcılarıydı.
İlk birkaç gün, açlık içini kavurmaya başlamıştı. Midesi kazınıyor, vücudu halsizleşiyordu. Ama en kötüsü susuzluktu. Gırtlağı kurumuştu, boğazı çöl gibiydi. Su olmadan hayatta kalamazdı. Ölümü kaçınılmazdı. Ama ölmedi.
Bunun yerine, hayatta kalmak için içindeki son gücüyle hareket etti. Suyun akıntısını dinledi. Damlaların sesini takip etti. Küçük bir çatlaktan süzülen nemli yosunları emerek hayatta kaldı. Ama ne kadar süre geçtiğini bilmiyordu? Günler mi? Haftalar mı?
Zaman burada akmıyordu. Günlerin birbirine karıştığı, ölümün sadece gecikmiş bir gerçek olduğu bir yerdi burası. İlk başta, tamamen kör olmuştu. Mağaranın içi, gece gibi değildi. Gece bile gökyüzünde bir ışık barındırırdı. Ama burada ışık yoktu. Sonsuz bir siyahlık içindeydi. Gözlerini açıp kapattığında bir şey değişmiyordu.
Ama sonra, onları gördü.
O gözleri.
Karanlığın içinde, bir çift kızıl göz parıldadı. Sonra bir tane daha. Sonra bir tane daha. İlk başta bir sanrı olduğunu düşündü. Sonra hareket ettiklerini fark etti. Onlar canlıydı.
Ve açlardı.
Canavarlar. Yarı iskeletleşmiş, çarpık vücutları, keskin dişleri ve uzun pençeleri olan yaratıklar. Onlar da buradaydı. Tıpkı onun gibi, onlar da açtı. Ama onlar yiyecek bulabiliyordu. Aries bulamıyordu. Aries, hayatta kalmak için onlarla savaşmak zorundaydı.
Kaç kere yaralandı? Kaç kere kan kaybından bayıldı? Kaç kere ölmekten sadece bir adım uzakta olduğunu hissetti? Bilmiyordu.
Ama ölmedi.
Vücudu acıya alıştı. Açlığa alıştı. Ölmemeye alıştı. Karanlığın kurallarını öğrendi. Onları nasıl takip edeceğini. Onları nasıl öldüreceğini. Nasıl parçalara ayıracağını.
İlk başta bu canavarları yeme düşüncesi bile midesini bulandırdı. Ama başka seçeneğimi vardı? Ölecek miydi? Yoksa yaşayacak mıydı? İnsan bir sınırı aşarsa, artık eskisi gibi olabilir miydi?
Aries bunu çok sonra düşündü.
Ama hayatta kalmaya devam etti. Bunu yaparak, kendini kaybettiğini bile fark etmeden.
Ve günler, haftalar, belki de yıllar sonra… onun yanına ulaştı.
Ölümün gölgesin de geçen günleri karanlıktı. Mağaraya ne zaman girdiğini bilmiyordu. Ne kadar zamandır içeride olduğunu bilmiyordu. Yalnızca savaşıyordu. Yalnızca hayatta kalıyordu. O canavarlar… O canavarların kızıl gözleri mağarayı aydınlatan tek ışıktı. Her şey kırmızıydı.
Açlık? Acı? Korku?
Hepsi geride kalmıştı. Aries, artık sadece öldürüyordu. Güçlenmek için. Burası bir hapishaneydi. Ama aynı zamanda bir sınavdı. Karanlık mağara, onun bir parçası haline gelmişti.
Her adımı yankılanıyordu. Her nefesi, taş duvarlar arasında kayboluyordu. Ve her öldürdüğünde, gölgesi biraz daha uzuyordu. İçindeki bir şey değişiyordu. Ama nedenini bilmiyordu.
Sonunda, onun bulunduğu yere ulaştı. Mağaranın en derin noktasına. O burada bekliyordu. Tutsak bir hayalet gibi. Gözleri ametist renginde yanan, beyaz saçlı bir kadın.