ZEVK SARAYI

Chapter 80: 18



Sonbaharın gri bulutları iyice kış kokusunu getirmeye başlamış, Hannol Nehri'nin kıyılarına vururken yaprak dökümünün son demlerini de yanında sürüklüyordu. Sanor Kalesi, soğuğa karşı pek çok hazırlık yapmıştı: Odunlar istiflenmiş, erzak ambarları dolmuş, balık kurutmalarından arta kalan fazlalıklar ticarete ayrılmış, ama yine de kışın zorlu koşullarına tam olarak hazır olup olmadıklarını kimse bilmiyordu. Buna rağmen Ehter, kafasındaki projelerle meşguldü. Çarklı kapı sisteminin büyük ölçeklisini yapma çalışmaları başlamış, demirhanede parça parça üretimler sürüyordu. Bir yandan da kale halkına eğitim veren ustalarla konuşuyor, yapımın düzenli ilerlemesini sağlıyordu. Çarklı kapının mekanizmaları, döşenecek dişliler, hangi zincirlerin hangi açıyla bağlanacağı… Tümü Ehter'in çizim masasında, parşömenler üzerinde şekillenmişti. Ancak kış yavaş yavaş kendini hissettirdiğinden, büyük bir atılım yapmak riskliydi. Su değirmeni projesi, kesin olarak bahara ertelenmişti.

 

Bütün bu projeler arasında bir yenilik daha belirmişti. Sely Bravegod, Tamul Prensesi diye tanıtmıştı kendini ve yaklaşık üç hafta önce planladığı şekilde üç günlük konaklama için geldiği kalede kalışını sürekli uzatıyordu. İlk başta sadece gezgin olduğunu söylemiş, Ehter de mevsimin yaklaşan zorlu koşullarını bahane ederek "Kışa yaklaştığımız şu dönemde yola çıkmak istemeyebilirsin," diye dile getirmişti. Sely ise bir an ciddi bir tavırla duraksamış, sonra hiçbir itiraza mahal bırakmayacak bir gülümsemeyle "Madem beni burada görmekten memnunsun, kalırım," diyerek kabul etmişti. İçten içe Ehter, "Onunla bilgi ve deneyim alışverişi yapmak çok verimli," diyerek kendine bir gerekçe buldu. Sely'nin de bu fırsatı bekliyormuş gibi görünmesi dikkat çekiciydi; sanki bu sürgün kalesinde hem rahattı hem de Ehter'in projeleri ve kitapları ilgisini çekiyordu.

 

Üçüncü hafta sonunda, surların merdivenlerindeki yankılarla Hannle telaşla Ehter'in laboratuvarına girdi. Orası Ehter'in çalışma alanıydı; pergeller, cetveller, dişliler, çarklar, yarı bitmiş kapı mekanizmasının taslak parçaları arasından ilerleyerek "Efendim, bir ordu yaklaşıyor!" diye haberi pat diye duyurdu. Ehter'in elinden çizim kalemi düştü. İçindeki tüm huzur bir anda tuzla buz oldu. "Ne ordusu?" diye sordu, sesi hafif titreyerek. "Conrackt armalı askerler. Sayıları çok kalabalık değil ama bir manga değil de büyükçe bir birlik gibi görünüyor," dedi Hannle. Ehter'in gözleri endişeyle parladı. "Ah, yandık! Beni almaya mı geldiler?" diye düşünmeden edemedi.

 

O esnada, odanın bir köşesinde duran Sely hafifçe doğruldu. Yanında durduğu sandalyeden kalkıp Ehter'e baktı. "Ne oluyor?" diye sordu. Ehter, "Muhtemelen saraydan bir ordu geldi. Beni tutuklamaya," dedi çaresiz bir ifade takınarak. "Senin güvenliğin için belki de burayı terk etmelisin," diye ekledi. Ama Sely kollarını göğsünde kavuşturarak sertçe, "Hayır," dedi. "Ben buradayım. Beni göndermeye çalışma." Ehter ısrarla, "Bak, bu benim meselem," diye üsteledi. "Dışarıda savaş çıkarsa çok tehlikeli olabilir." Sely gözlerinde garip bir ışıkla, "Seni yalnız bırakmak gibi bir niyetim yok. Ordu kimmiş ki, ben onlardan korkacak değilim," diye çıkıştı. Ehter bir an onu durdurmaya çalışsa da Hannle'nın "Orada bekliyorlar, efendim!" deyişiyle birlikte kapıya yönelmek zorunda kaldı.

 

Ehter hızla koridoru geçti, Sely peşinden yürümeye yeltenince Ehter yine, "Lütfen…" dedi. Ama Sely gözleriyle "Hadi, beni durdurmayı dene," dercesine baktı. Tam kapıdan çıkacakken, Ehter "O zaman saklan bari," diye mırıldandı. Sely omuz silkti, "Benim saklanmaya ihtiyacım yok," diyerek sol kolunu belindeki hafif zırha götürdü. Ama Ehter koşar adımlarla laboratuvardan uzaklaşırken Sely tek başına odada kaldı. Sanki bir an durdu, iç çekti. Ela gözleri bir anda mor bir ışıkla parladı. Avcunu yavaşça elbisesinin içine gizlediği dikdörtgen biçimli mor taşa dokundurdu. İçinden, "Kimse bana ya da buraya dokunamaz," diye fısıldadı. Burası onun gizlediği sırlardan sadece biriydi. O aslında Tamul Krallığı'ndan bile gelmiyordu, apayrı bir boyuta açılan bir portalle bu dünyaya düşmüş, babasının diyarından uzaklarda, "insanların dünyasını" keşfediyordu. Büyü yetenekleri, yüzyıllardır kendi ailesinde süregelen bir güçtü ama bu dünyada insanların "cadı," "lanetli" veya "canavar" deyip onu ayrıştırmasından korkarak saklıyordu.

 

"Kimse bana ya da Ehter'e zarar veremeyecek," diye düşündü kızgınlıkla. Kalbinin derinlerinde, bu kadar kısa sürede Ehter ve buradaki insanlarla bağ kurmuştu. Avucunu çantasının iç tarafında sakladığı dikdörtgen mor taşa bir kez daha değdirdi. Taş hafif titreşti, Sely'nin iç dünyasından bir dalga geçti. Sonra tekrar hiç olmamış gibi derin nefes aldı, kıyafetinin altından sanki obsidyen siyahı bir kabze uzandı. "Bir kılıç. Zamanı gelirse kullanırım," diye mırıldandı. Sonra hızla laboratuvardan çıktı.

 

Kalenin surlarına ilerlerken, Ehter ve Hannle yolda muhafızlarını toplayarak yukarı tırmanmışlardı. Surlara çıkıp dışarı bakınca, gerçekten de Conrackt Krallığı'nın aslan armalı bir grup askeri orada, kapı önünde dizili duruyordu. Sayıları yaklaşık kırk-elli civarıydı. Kıyafetlerinden, aralarında bazı subayların olduğu belliydi. Belli ki Kraliçe Celenia, Ehter'e "Sürgüne devam!" demekle kalmamış, belki de burayı boşaltması ve Ehter'i tutuklamak adına bir ordu yollamıştı. Ehter'in kalbindeki endişe yüzüne yansıyordu. "Tam olarak buydu korktuğum," diye fısıldadı.

 

Aşağıda, sur dibinde duran subay kılıklı biri megafon benzeri bir boynuzla seslendi: "Prens Ehter! Kraliçe Celenia adına geldik. Derhal kaleyi boşaltman ve tutuklanman gerek. Bu emir, bizzat kraliçenin buyruğudur." Ehter'in sinirleri iyice gerildi. "Tutuklanmak mı?" diye mırıldandı. Yanındaki Gadle ve Hannle de endişeyle surdan aşağı bakıyorlardı. "Ne yapacağız?" diye fısıldadı Gadle. Ehter'ın elleri titriyordu. Bir yandan "Kendi halkıma karşı savaş mı açacağım?" diyor, öte yandan "Vaz mı geçeceğim?" diye iç çatışma yaşıyordu.

 

Aşağıdaki subay yine bağırdı: "Prens Ehter, bu kale sürgün yeri olmaktan çıkıp bir 'isyan yuvası' hâline gelmiştir. Kralın deliliğini fırsat bilip saray otoritesine başkaldırıyorsun. Teslim ol ya da zorla alırız." Ehter derin bir nefes aldı, gözlerinde kararlılık parladı. "Burası benim emeğimle gelişti, halka huzur verdim. Saray bana sürgün cezası verdi diye her şeye boyun eğecek değilim," dedi. Muhafızlarına dönerek, "Ya cesedimi alacaklar, ya da savaşıp kendimizi savunacağız," diye ekledi.

 

Tam bu sırada surun arkasından Sely belirdi. Sessizce Ehter'in yanına yaklaşmış, "Hey," diye kısık sesle seslendi. Ehter irkilerek ona baktı. Sely'nin yüzünde ciddi bir ifade vardı. Aşağıdan subaylardan biri Sely'yi görünce pis pis sırıttı, "Ne o, bir de metresin mi var?" diye bağırdı. Bu laf Ehter'in kanını dondurdu. Bir anda yüzü kıpkırmızı kesildi, dişlerini sıkıp sinirden neredeyse patlayacak gibi göründü. "İşte, saray ordusunun çirkin dili," diye homurdandı. Sely, Ehter'in koluna dokunarak sakinleştirmeye çalıştı. "Dur, ben hallederim," dedi. Ehter, "Sen mi?" diyerek bakışlarını kaçırdı. "Elbette hayır. Senin canını tehlikeye atamam," dedi endişeyle. Sely ise gözlerinde yine o anlaşılmaz kararlılıkla, "Atma, ama bir zırh versen fena olmaz," diye söylendi.

 

"Zırh mı? Saçmalama, ben sana zırh versem de ne olacak?" Ehter şaşkınlıkla bakarken Sely diretti. "Bir miğfer en azından." Hannle hemen koşup bir miğfer getirirken Ehter "Dur, dur, ben veririm," diye araya girdi. Ama Sely, "Zırhın tamamına ihtiyacım yok ki," diyerek Ehter'in getirdiği göğüs parçasını eline aldı. Biraz evirip çevirip "Zor iş, tamam," diye mırıldandı. Ehter, "Ne yapacaksın?" diye sordu. Sely kısık sesle, "Oradakileri uzaklaştıracağım," dedi. Ehter, "Uzaklaştırmak mı? Onlar kraliçenin ordusu, lütfen aklından deli bir şey geçmesin," diye endişelendi. Sely, "Merak etme," dedi, "Sadece biraz gözdağı vermek. Kim bilir, belki geri çekilirler."

 

Sely, kapıya doğru yürüdü. Surun iç kısmında bekleyen muhafızlar, bu kadını durdurmak istemiş ama Ehter çaresizce geri çekilmişti. Sely yavaş adımlarla kapılardan geçeceği sırada ordu hazırlık yapmaya başladı. Atlar birikiyor, okçular mevzileniyordu. Ehter de surun üstünden, "Ok kulesine hazırlanın," diye emretti. Gadle, "Anlaşılan bu yeni icadı deneyeceğiz," diyerek mancınık misali ok fırlatıcısının başına geçti. Burada büyük bir gerilim vardı: Surun altındaki kapıdan tek başına çıkan pembe saçlı bir prenses ve önlerinde en az 45 kişilik bir ordu.

 

Kimse fark etmedi ama Sely, adım atarken sol elini elbisesinin iç tarafında taşıdığı dikdörtgen şekilli mor taşa götürdü. "Zamanı geldi," diye fısıldadı kendi kendine. Kimseye göstermeyecek şekilde kılıcının kabzasına taştan bir güç iletti. Bu, onun gizli büyü kaynağıydı. Avucunda hafif mor bir parıltı oluştu, taşın enerjisi kılıca aktarıldı. Kılıcın yüzeyi obsidyen gibi parladı, ama kimseler uzaktan ne olduğunu anlamadı. "Yine de fazla büyü göstermemeliyim," diye düşündü. "Bu dünya, benim gerçek kimliğimi öğrenirse her şey altüst olabilir."

 

Ordu mensupları, kalkanlarını kalkan, atlarını dizginleyenler kapıdan çıkan bu kadına alaycı bakışlar atıyorlardı. Subay yine bağırdı: "Hey, kadın! Sen Ehter'in metresiysen geri çekil. Yoksa üzücü olur." Arkadakiler kıkırdamaya başladı. Sely'nin yüzü hafifçe gerildi. "Demek ciddiye almıyorsunuz?" diye mırıldandı. Ehter surun yukarısından "Sely, dur!" diye haykırdı ama Sely sağ elini kılıcının kabzasına attı, sol kolundaki o azıcık zırh parçasıyla avludan dışarı adım attı. Gökyüzünde kara bulutlar, rüzgârın ıslığı artıyordu. Ordu mevzilenmiş, okçular, mızrakçılar, atlı birkaç asker…

 

Bir an her şey sessizleşti, sonra subay, "Yeterince bekledik, saldırın!" diyerek emir verdi. Atlı askerlerden biri dizginleri kırbaçlayarak ileri fırladı. Sely'nin yerinden kımıldamayışını gören atlı onu basitçe yere düşürüp geçeceğini sanıyordu. Fakat tam at yaklaştığı sırada Sely dizlerini kırıp yana doğru eğildi, göz açıp kapayıncaya dek atın boynuna sol eliyle tutunup kendini yukarı attı. Muazzam bir çeviklikle kılıcını çekti. Atlının boynuna inen keskin, aynı zamanda sihirle güçlendirilmiş bir darbe, adamın göz açıp kapayıncaya dek cansız yere düşmesiyle sonuçlandı. Sely aynı hareketle atın eyerine yerleşti, bir fiskeyle hayvanı döndürdü. Sur üstündeki herkes şaşkınlıkla izliyordu; Ehter "Bu nasıl bir hız…" diye mırıldandı.

 

Diğer askerler dehşete kapıldı, ama "Sadece bir kadın!" diyerek hışımla mızraklarıyla hücuma geçtiler. Sely, atını mahmuzlayarak tam ortadan daldı. Mızrakların yöneldiği noktada kılıcını bir kez daha mor bir ışıkla parlatıp yukarı savurdu, iki mızrak anında gövdeye yakın yerden kesiliverdi. Bu dengesizlikten yararlanıp atıyla ileri fırladı, eyerin üstünde alçak bir pozisyon alarak iki askerin boğazına derin kesikler indirdi. Vücut parçaları kanla birlikte yere serilirken ordu kısacık bir an geri çekilir gibi oldu. Sur üzerindeki Ehter ve muhafızlar, donup kalmıştı. "Yapmayın, durun…" diye Ehter içinden geçirse de olay aniden kontrolünden çıkmıştı.

 

Okçular "Ateş!" diye bağırarak Sely'ye yöneldiler. Sely, atını çapraz bir manevrayla geri döndürdü, kılıcını yarı havaya kaldırdı. Onlara yetişemeden önce bir ok yağmuru geliyordu. Fakat sur üstündeki Gadle, "Ateş edin!" diye bağırdı, ok kulesini tetikledi. Onlarca ok, surdan aynı anda fırlayıp orduyu şaşırttı. Bir kısmı pelerinlerine, kalkanlarına saplandı. Bazıları yaralandı veya yere yığıldı. Bu kargaşayı fırsat bilen Sely, atın üstünde dizginleri çekerek atı şahlandırdı, yine bir askerin kalkanına takla atarak havaya sıçradı. Kılıcını, tam göğsüne saplayarak adamı kenara savurdu. Ardından atın üzerine geri iniş yaptı, sanki dans ediyormuş gibiydi. Sely'nin gözleri öfkeyle parlıyor, dudaklarında hafif bir küçümseme vardı. "Kimmiş metres!" diye bağırdı, "Kimmiş basit kadın!"

 

Askerler iyice panikledi. Bir kadın, hem de pembe saçlı, bu kadar kısa sürede beş-altı adamlarını öldürmüştü. Subay, "Daha sıkı savaşın, geri çekilmeyin!" diye bağırsa da kimse gönüllü olarak ileri atılmak istemiyordu. İki atlı, belki durumu kurtarmak adına hışımla Sely'nin üstüne süratle koşturdu. Sely, atını yana doğru sürüp iki atlı arasında hızla geçiş yaptı, kılıcını önce solundakine savurdu, adamın boynunu omuz hizasından kesti. Ardından sağındakine dönerken eyerin üzerinden takla atıp adamın sırtına tekmeyle bastırdı. Kılıcını geriye doğru saplayarak sırtını deldi, attan düşen asker bir ölü kukla gibi yere devrildi.

 

Surların üstünde Ehter ve diğerleri nefessiz izliyordu. Bu, daha önce tanık olmadıkları bir vahşetle sonuçlanıyordu, ama Sely'nin hızı ve kıvraklığı büyüleyici derecedeydi. Morr parıltılı kılıcının her savuru, bir bedeni kolayca parçalıyordu. "Bu normal olamaz," diye fısıldadı Ehter. "Sely gerçekten sıradan biri değil." Mor taştan gelen sihrin etkisiyle, kılıç gölgeli bir aura yayıyordu ama kimse tam anlamıyla ne olduğunu göremiyordu.

 

En sonunda subay, ortada kalan 45 kişiden neredeyse yarısının öldüğünü, geri kalanların büyük kısmının ok yaralarıyla yaralandığını, sadece ikisinin neredeyse tamamen sağlam olduğunu fark etti. İçinde dehşetle "Geri çekilin!" emri verdi. İki asker paniğe kapılarak gerçekten de geldikleri yöne doğru koşmaya başladı. Sely, "Kimseye merhamet yok!" diye haykıracak gibi oldu ama sonra fikrini değiştirip uzaklaşmalarına izin verdi. "İki kişi saraya giderse, onlara bir ders verir," diye düşündü. "Bilsinler ki Ehter'e dokunamazlar." Subay ise çoktan Sely'nin saldırısında ağır yaralanmış hâlde, kılıcını düşürmüş, korkuyla yerde oturuyordu.

 

Sely atından indi, yürüyerek subayın yanına gitti, adamın gözlerinin içine baktı. Adam yıkıntı halde, "Merhamet edin," diye inliyordu. Sely, gözlerinde karanlık bir ifade, "Bu kale Ehter'indir. Sakın bir daha buraya böyle saçma emirlerle gelmeyin," dedi. Sonra kılıcını adamın boğazına dayayıp küçük bir çizik atarak bıraktı. Adam yere yığılırken Sely arkasına döndü, elleri ve yüzü kanla sıçranmış olsa da nefes alışverişi sakindi.

 

Surlardan olan biteni izleyen herkes, soluk soluğa kalmıştı. Ehter, "Bu kadar hızlı… Bu kadar vahşice…" diye kekeledi. Aşağıya bakınca, en az 30 askerin yerde cansız yattığını veya kıvranarak ölmekte olduğunu gördü. Birkaç kişi, "Bu kadın… bir tanrıça mı?" diyerek fısıldamaya başladı. Kimi "İblis!" diyordu, kimi "Bu ne biçim güç?" Ehter ise görkemle dehşet arası bir duyguya kapılmıştı. "Sadece birkaç dakika sürdü…" diye inanamadan mırıldandı.

 

Geriye kalan iki asker, atlarına atlayıp hızla uzaklaşırken Sely elini kılıcının kabzasından çekti, kılıcın mor parıltısı sönüverdi. Kalabalık suskun. Sur kapısının önünde kadının kana bulanmış elleri ve obsidyen gibi karanlık bir kılıç göze çarpıyordu. Sely, arkaya döndüğünde surun üstünde Ehter'le göz göze geldi. Elleri az titriyordu ama yüzünde soğukkanlı bir ifade vardı. "Savaş bitti," diye fısıldadı.

 

Ehter surlardan büyük bir hızla inerken, Hannle ve muhafızlar da onu izledi. Avlu kapısı açıldı, Ehter Sely'nin yanına vardığında kandan korkuyla geri çekilenler yol açtı. Sanchi, Gadle ve diğerleri de uzaktan bakıyorlardı. Ehter, "Selly… sen…" diye kelime bulmakta zorlandı. Kadın kılıcını kınına koydu, hafif alaycı bir gülümsemeyle "Hepsi bu kadardı," dedi. Kalede herkesin ağzı açık, "Tanrıça," "büyücü," "efsane" gibi fısıltılar çıkıyordu. Ehter, kadına doğru birkaç adım attı, "Senin… Kim olduğunu… Tam olarak bilmiyordum," diyebildi. Sely sessizce omuz silkti. "Beni hafife alanlar bedelini öder. Bizim yolculukta böyle öğrendim," dedi, sonra biraz üzgün bir ifadeyle, "Umuyorum seni korkutmamışımdır," diye ekledi.

 

Ehter bu kanlı manzaranın ortasında, Sely'ye nasıl bir duygu besleyeceğini bilemedi. Bir yandan kadının vahşeti gözünü korkutmuş, bir yandan da Ehter, surdaki insanların kurtulmasını sağladığı için minnettar gibiydi. Ordu eğer kale içinde saldırıya geçse, sivil insanlar ölecekti. Sely'nin müdahalesi belki büyük yıkımı engelledi. "Teşekkür ederim," dedi Ehter, yüzünde karmaşık bir ifade. "Ben onlarla savaşmayı göze alamıyordum." Sely, "Gerek yoktu senin kılıç savurmana," deyip hafifçe çevresine baktı. Etrafta yatan cesetler ve yaralı inlemeleri… Bazılarını Ehter'in muhafızları sürükleyerek kapı dışına atmaya başlamışlardı. Sely, "İki tanesi kaçtı, muhtemelen Kraliçe'ye bu haberi götürecekler," dedi soğukkanlılıkla. Ehter de "Kaçanlar var," diye başını salladı. "Artık her şeyin duyulacağı kesin."

 

Avludaki kalabalık, önce korku sonra da hayranlık dolu bakışlarla Sely'yi izliyordu. Kadının pembe saçları rüzgârda savruluyor, üstüne sıçramış kan damlaları ay ışığında ürkütücü bir sahne oluşturuyordu. Birileri mırıldanarak "Kraliçe, tanrıça, büyücü, ne derseniz deyin inanılmaz," diye fısıldadı. Zihinlerindeki kadim hurafeler canlanır olmuştu. Hannle hızla Ehter'in yanına yaklaşıp, "Efendim, tüm tehlike geçti. Ordu dağıldı," dedi, şaşkınlığı yüzünden belli oluyordu. Ehter, "Hannle, yaralılara yardım edin," diye emretti, "Ama…" diye tereddüt etti. "Ölenler için yapacak bir şey yok, gömün ya da geri dönüşlerini sağlayın." Ardından Sely'yi göstererek "Olabildiğince nazik davranalım, o olmasa belki de büyük kayıp verirdik," dedi ama Hannle "Kesinlikle," diyerek şaşkın bir saygıyla Sely'ye eğildi.

 

Sely hafifçe başını çevirerek etrafa baktı. "Buranın sakinleri beni gayet iyi karşıladı, ama yine de bu sahnede korkuyor olmalılar," diye mırıldandı. Ehter hafif gülümsemeyle, "Korku veya hayranlık, ikisi de var," dedi. Gerçekten de etraftaki bakışlar hayranlık ve çekinceyi aynı anda barındırıyordu. Kimisi Sely'nin "Ruh çağırma" gibi güçleri olduğuna, kimisi "Kılıcında büyü" sakladığına inanacak, kısa sürede efsanelere dönüşecekti.

 

Sally, "İstersen yüzümü yıkayayım," diyerek elindeki kanı silkeledi. Ehter, "Tabii, gelsene," diyerek ona su sağladı. Bir fıçıdan kovayla su getiren bir muhafız kadını yadırgayarak izliyordu. Sely, yüzünü yıkarken pembe saç tellerine yapışan kan izleri akıp gitti, su kızıla boyandı. O sırada Ehter ne yapacağını bilemez halde, bir yandan Sely'ye yakın olmak istiyor, bir yandan bu kadar kan dökülmüş sahnenin şokunu atlatmaya çalışıyordu. "Senin gücün… Nedir tam olarak?" diye sordu sonunda cesaretini toplayarak. Sely, "Sadece iyi kılıç kullanıyorum," diye kestirip attı. Ehter, "O kadar hızlı hareket normal değil, sanki…" diyerek kuşkuyla baksa da, Sely gözlerini kısarak "Gerçekten öğrenmek istersen, belki bir gün anlatırım," dedi.

 

Artık herkes Sely'ye saygıyla yaklaşıyor, "Hanımefendi, teşekkürler," "Sizi tanrı korusun," gibi laflar ediyordu. Kimileri "Bu kadını kim durdurabilir ki?" diye fısıldaşıyor, kimileri "Yeni kraliçemiz bu mu?" diye aptalca espriler yapıyordu. Bazısı "Prens Ehter ve prenses Sely," diye bir şeyler mırıldanıyordu, Ehter duyuyordu ama önemsememeye çalışıyordu. Kaçan iki askerin Kraliçe'ye bu hikâyeyi ulaştıracağı da kesindi. "Kafalarını uçuran pembe saçlı iblis," filan diye anlatacaklardı muhtemelen. Ehter ister istemez, "Bu iş yakında daha büyük orduyla geri gelecekler," diye korku hissetti.

 

Sely kenara çekildi, kılıcını kınına soktu, obsidyen kabza yavaşça parlaklığını yitirdi. Surdan geriye dönüp Ehter'e baktı. "Ben bu yükseklikten atlamaya mı kalksam? Epey heyecanlı olurdu," diye gülerek söyledi ama Ehter kaygıyla, "Lütfen abartma," dedi. Kadın tekrar ciddileşti, "Senin yanındayım," diye tekrarladı. Ehter'in yüreğinde tuhaf bir ılık duygu belirdi. "Teşekkür ederim," diye mırıldandı. "Ama bu boyutta kan dökülmesine sevinemiyorum," diye ekledi. Sely "Ben de mutlu değilim, ama saldırdılar," dedi. "Bundan sonra belki iki kez düşünürler."

 

Gerçekten de ordu, geriye kaçan iki adam tarafından "Orada pembe saçlı bir canavar var, Ehter'le işbirliği yapıyor!" diye anlatılacaktı. Belki Kraliçe Celenia, Ehter'in ne kadar güçlendiğini, ordusuna karşı koyacak bir "halayıkla" birleştiğini sanacaktı. Savaş tehlikesi resmen büyümüştü. Ehter endişeyle gökyüzüne baktı: "Bu kadar çabuk kan akması iyi değil," diye fısıldadı. Hannle, muhafızlarla konuşurken, "Cesetleri ne yapacağız?" diyordu. Ehter kararsız, "Gömün mü, atın mı?" diye kendi kendine sordu. Sely bakışlarını göğe dikti, "Ben hallederim," diye soğukça söyledi, ama Ehter "Hayır, yeter," diyerek engelledi. "Kimse bu vahşete hazır değil."

 

Yarım saat sonra, ölen askerlerin cesetleri sur dışına taşındı. Yaralı bir-iki tanesi de epey kan kaybediyordu. Bazıları can veriyordu. Surdan Ehter "Teslim olmak isteyen olursa, burada tedavi edelim," dese de kimse kalmamıştı, ya ölmüş ya kaçmışlardı. Böylelikle çok kısa süren ama dehşetli bir savaş geride kalmıştı. Surlardan inen Ehter ve Sely, avluda bekleyen halkın alkışlarına benzer bir ses dalgasıyla karşılandılar. Bazıları "Yaşasın Ehter, yaşasın pembe saçlı tanrıça!" diye bağırıyor, kimisi "Kurtuldum mu?" diyerek düşüp kalkıyordu. Ehter, ruhunun derinliklerinde rahatlıkla birlikte bir ağırlık hissediyordu; "Bir orduyu öldürdük, peki ya devamı?"

 

Bu arada, Sely hafif bir köşede durup kılıcını temizliyordu, gözleriyle kimseye fazla görünmek istemiyor gibiydi. Birkaç kadın ona yaklaşarak "Teşekkürler, prenses," diye çekinerek konuştu. Sely başını sallayıp "Önemli değil," diye mırıldandı. Ehter, omzuna dokunarak, "Sana minnettarız," diye konuştu. Kadın başını kaldırıp Ehter'le göz göze geldi, Ela gözlerinin içi kederle gurur arası bir ifadeyle titreşti. "Beni hafife almasınlar dedim," diye fısıldadı. Ehter, "Bundan sonra asla," diye gülümsedi.

 

Etraftakiler, Sely'ye bir tür tanrıça ya da mucize gibi hayranlıkla bakıyorlardı. Özel gücü olduğunu tam anlayamadıkları için, "Bir kerede o kadar askeri nasıl devirdi?" diye fısıldaşıyorlardı. Bazı çocuklar "Bizi de koruyacak mısın?" diyerek çekinmeden yaklaşırken, Sely onlara "Tabii," diyerek tatlı bir gülümseme hediye ediyordu. Kısa sürede kaledeki insanlar, bu kadını "koruyucu melek" gibi görmeye başlamıştı. Ehter de durup, "Böylesine acımasız bir dövüş ve yine de saygı?" diye içinden geçiriyor, sonuç olarak kale kurtulmuş olduğu için herkes seviniyordu.

 

Geri dönüp laboratuvara giderlerken, Ehter yolda Sely'ye "Bu haber çok hızlı saraya varır. Kraliçe duyar," diye gözünü devirdi. Sely, "Varsın duysun. Bir dahakine elli değil, beş yüz kişi göndermeye kalkar belki. Beni korkutmaz," diye omuz silkti. Ehter yüzüne baktı, "Ama ben halkımı riske atmak istemiyorum. Daha fazla kan dökülmemeli," dedi. Sely burnunu kıvırarak "Sorun değil, kitle halinde gelseler de bir çaresini bulurum," şeklinde karşılık verdi. Ehter, "Sen kimsin gerçekten?" diye bir kez daha sordu, ama Sely net bir cevap vermedi, sadece gülümsedi. "Sadece pembesi cadı," diyerek kendini küçümsemeye çalıştı. Ehter ise "Ne olduğunu öğrenmek isterdim," diye iç geçirdi.

 

Yeni bir gün karanlığa gömülürken, kalede bir yandan kutlama havası esiyor, "Ordularını püskürttük!" diyenler gülüp eğleniyordu; diğer yandansa Ehter ve yakın adamları gelecek felakete karşı hazırlıklı olmak için yeni savunma planları oluşturuyor, ok fırlatma kulesinin nasıl geliştirilebileceğini, çarklı kapının ne kadar dayanıklı olabileceğini tartışıyordu. Öte yandan Sely, sessizce bir köşede oturup defterine yeni sayfalar ekliyor, "Conrackt Krallığı – Ehter'in kaleyi koruyuşu, askerlere karşı zafer" gibi notlar alıyordu. Defterin sayfaları arasına minik çizimler ekliyor, "Obsidyen kılıç, Hannol Nehri, Sur, Kule, Kanlı Savaş" başlıklarını işaretliyordu.

 

Gün geceye dönerken, Ehter de Sely'ye yaklaşmış, "Seni de tebrik etmeli miyim, yoksa korkmalı mıyım?" diye hafif şakayla karışık lafa girdi. Sely gözlerini sayfalardan ayırmadan, "Dilediğini yap," dedi. "Benim rolüm burada bitti demek için erken. Belki de kalmaya devam edeceğim." Ehter içten bir gülümseme koyverdi, "Kal. Burayı belki daha da güzelleştirebilirsin," diye karşılık verdi. Kafasının bir tarafında "Cadı"yı andıran yetenekleri bulunan bu prensesin varlığı gerginlik yaratırken, bir yandan da Ehter onunla konuşmaktan mutluluk duyduğunu hissediyordu.


Tip: You can use left, right, A and D keyboard keys to browse between chapters.