ZEVK SARAYI

Chapter 81: 19



Kalenin taş duvarlarında meşaleler titreşip sonbaharın soğuk esintisi etrafta dolanırken, avluda yerde yatan cesetler çoktan uzaklaşmış, insanların gözünde Sely, "yenilmez" sıfatını almıştı. Geri çekilen iki askerin kraliçeye bu haberi ulaştırması an meselesiydi. Sarayda "Ehter, yanında pembe saçlı bir canavarla orduyu katletti," denecekti muhtemelen. Ehter, "Bundan sonra ne olacak?" diye sorduğunda Sely, "Merak etme. Tekrar gelseler de engelleriz," diye büyük bir özgüvenle yanıt verdi.

 

Gece boyu laboratuvarın ışığı sönmedi. Ehter, Gadle ve Hannle ile bir strateji planı hazırlamaya koyuldu. Sely yanlarında oturuyor ama aldırış etmeden kendi defterine çizim ve notlar ekliyordu. Bazen Ehter ona bakıp gizemli karanlıkta gözlerinin mor parlayışını fark eder gibi oluyordu ama net göremiyordu. Sanki Sely varlığını bile bile saklıyordu. Ehter, "Senin o kılıcın… Nereden geliyor?" diye soracak cesareti bulduğunda Sely gülümseyip "Bir aile yadigârı," demekle yetindi. Yine gizemli kaldı, yine Ehter öğrenmek için sabırsızdı, ama bugünün yorgunluğuyla ısrar etmedi.

 

O gece, yıldızlar bulutların ardına gizlendi. Surun üzerindeki dev ok fırlatma kulesi, hafif rüzgârda gıcırdarken, avludaki muhafızlar tetikte duruyordu. Kalede yaşanan tedirginlik ve Sely'nin gösterdiği müthiş güçten sonra, herkes içinde bir karışım duyguyla yatağa gitti: Hem güvende olmanın ferahlığı hem de "Ne tür bir savaşa hazır olmalıyız?" kaygısı. Sely, Ehter tarafından tahsis edilen konuk odasına çekildiğinde, yine çantasından mor taşını çıkarıp elleriyle dokundu. Gözlerini kapattı, "Kendi memleketimden epey uzak düştüm. Bu dünya da fena değil," diye mırıldandı. Sonra Ehter'in yüzü gözünde belirdi, hafifçe gülümsedi, "Bir süre daha buradayım," diye karar verdi.

 

Ertesi sabah, kale yine yeni bir güne uyanırken, Ehter kapıyı tıklatıp Sely'yi ortak kahvaltıya çağıracaktı. Avluda pişen balık çorbaları, peksimet ve taze yumurta kokusu yayılıyordu. Halk, dün yaşanan kanlı savaşı yarı korku yarı sevinçle anlatacak, "O pembe saçlı kadını kızdırmamak lâzım," diye fısıldaşacaklardı. Ehter, "Bizi buraya sürgün edenlere ders vermek iyi oldu," diye düşünse de, yine de babası Kral Minho'yu aklından çıkaramıyor, Celenia'nın tepkisinin ne olacağını kestiremiyordu. Olan bitenin haberi mutlaka oraya ulaşacaktı. Sanor Kalesi bir kez daha saldırıya uğrayabilir, belki de on kat daha büyük bir orduyla karşılaşabilirlerdi.

 

Ama Ehter'in içindeki endişe, Sely'nin yanında durdukça azalıyor gibiydi. Bu esrarengiz prensesin tükenmez cesareti ve gizli gücü, kale halkına cesaret veriyor, Ehter'in planlarını da koruyordu. Şimdi Conrackt Krallığı'yla aralarında yeni bir gerilim seviyesi vardı; peki Ehter bu gerginliği nasıl yönetecekti? Sely, "Ben buradayım, korkma," demişti. Oysa Ehter, "Ama ya masum halkı tehlikeye atıyorsak?" diye düşünüyordu. Bu çelişki, belki de uzun süre Ehter'in zihninden gitmeyecekti.

 

Günün ilk ışıkları odaları aydınlatırken Sely, Ehter ve kale sakinleri yine işlerinin başına koyulacaktı. Avluda öğleye doğru tekrar buluşup, "Dünkü savaştan sonra enkazı temizlemeli, ordu geri gelirse sur savunmasını güçlendirmeliyiz," diye tartışacak, bir yandan "Oval sur çalışması"nı hızlandırmayı konuşacaklardı. Sely, Ehter'in projelerine ilgisini belirtip "Benim de yardımıma ihtiyaç olursa haber ver," derken, Ehter "Bir ordunun tamamını yendin, sana iş yaptırmaya kıyamam," diyerek espri yapacaktı. Arada birbirlerine bakışları ise artık çok daha sıcak olacaktı. Halk, "Belki Ehter ile Sely… Acaba aralarında ne var?" diye dedikoduya başlamış, kimisi "Bu prenses cidden güçlü," diyerek bu kadar vahşi bir gücü Ehter'e destek olarak görüyordu.

 

Uzakta, iki asker saraya doğru at koşusu yaparken, "Kraliçe Celenia'ya söyleyeceğiz, Ehter'in yanında pembe saçlı bir canavar var!" diye dehşetle konuşuyorlardı. Bu haberi alan Celenia ne yapacaktı, kim bilir. Ehter'e gelen ordu geri çekildiğine göre Saray bir sonraki sefere belki daha dişli veya diplomatik bir hamle yapacaktı. Tüm bunlar Ehter'in kafasına balyoz gibi inen olasılıklardı, fakat şimdilik kale güven altındaydı, en azından Sely gibi bir müttefik varken.

 

Kışın tam kapıya dayandığı, Hannol Nehri'nin soğuk rüzgârlara eşlik ettiği bu haftalarda, Ehter belki de hayatının en önemli dönüm noktasını yaşıyordu. Artık basit bir sürgün değil, kendi kaderini tayin edecek bir lider konumuna yükselmişti. Ama yanında pembe saçlı, büyülü bir prenses olduğu gerçeği, bu hikâyeyi daha da gizemli kılıyordu. Sely, "Ben bir aydan fazla kalmayı planlıyorum," demişti. Ehter, "Elbette, istediğin kadar," diye karşılık verip, "Hem konuşacak çok şey var, cam atölyesi, su değirmeni, kapı sistemi," diye sıralamıştı.

 

Sely ise defterine yeni notlar alırken, bir yandan Ehter'e bakıp "Babanın deliliği hikâyesiyle ilgileniyorum," diyordu. "Belki oraya gidersek…" Ehter anında "Hayır, ordu gelir yine," diye itiraz ederken, Sely gözlerindeki mor parıltıyla "Sen ne dersen de, yakında orayı da ziyaret edebilirim," diye aklından geçiriyordu. Kendini durduramadığı bir merakla bu topraklarda daha uzun kalmaya hevesliydi.

 

Akşam olduğunda, kale duvarları yeniden meşale ışıklarına büründü. Geriye dönüp bakıldığında, sabah ordunun kapıya dayandığı, Sely'nin tek başına bir orduyu katlettiği, sonrasında halkın gözünde "kurtarıcı" statüsüne kavuştuğu bir gün yaşanmıştı. Katliamın kan izleri hâlâ orada, ama Ehter de dâhil herkes "Bu da bir uyarı," diye konuyu kapatmaya meyilliydi. Belki de bu olay, Ehter'in saraya dönecek yolunu iyice kapatırken, kale içinde yepyeni bir düzenin sembolü olmuştu. Ehter "Kraliçe bu haberi alırsa ne olacak?" diye endişeye kapıldıkça, Sely omzuna dokunuyor, "Merak etme, ben varım," diyordu. Ehter hem minnettarlık hem şaşkınlık hissediyordu.

 

Gece, surların üstünde yıldızsız bir gökyüzü altında Sely ve Ehter yan yana durdular. Aşağıda ateşlerin küllerini savuran rüzgâr, savaş sonrası derin bir sessizliği anımsatıyordu. Ehter, "Teşekkür ederim, ama umarım yeniden böyle kan akmaz," dedi. Sely sessizce etrafa baktı, "Bazen kaçınılmaz. Gerekirse yine dövüşürüm, senin kalen ve burada gördüğüm insanlar için." Ehter başını eğdi, "Bu uzun sürebilir," diye kederlendi. Sely gözlerini kapatıp hafifçe gülümsedi, "Benim gibi bir gezginin bir yere bu kadar bağlanması normal değil ama… Burada kalmak hoşuma gidiyor, Ehter."

 

Belki de ertesi gün, belki haftalar sonra, kale yeni bir saldırıya uğrayacak veya belki hiç kimse gelmeyecekti. Bu topraklarda bahar tekrar kendini gösterdiğinde neler olacağını kimse bilmiyordu. Ama pembe saçlı prenses Sely ve sürgün prensi Ehter, o gece kışın soğuğuna rağmen aynı surun üzerinde duruyor, Hannol Nehri'ne bakan sisli ufku paylaşıyorlardı. Sely'nin büyü gücünün karanlık sihri, Ehter'in mekanik zekâsı ve kalede kurdukları birlik, Conrackt Krallığı'na bir mesaj gibiydi: "Bizi hafife alırsanız sonuçlarına katlanırsınız."

 

Zaman neleri gösterecekti? Delirmiş bir Kral, hırslı bir Kraliçe, saraya dönmek istemeyen sürgün prensi ve dünyadan kopmuş pembe saçlı bir gezgin cadı. Bu dört unsurun hikâyesi, muhtemelen çok daha büyük çatışmalara, sürpriz dostluklara ve belki de yepyeni bir krallığın doğuşuna evrilebilirdi. Şimdilik kale sessizce, kanlı bir zaferin getirdiği korku ve hayranlık duygusunu sindirmeye çalışıyor, Ehter ise Sely'ye bakarken "Seni tanıdığım için seviniyorum," diyordu içinden. Sely de surun taşlarına dokunup, "Bu dünyayı seviyorum," diyerek sessizce gülümsüyordu. Hal böyleyken, kışın getirdiği soğuk rüzgâr altında Sanor Kalesi bambaşka bir dönemin kapısını aralamıştı.

Sonbaharın hırçın rüzgârları son yaprakları da söküp atmış, Hannol Nehri'nin kıyıları iyiden iyiye kışın habercisi gri bulutlarla kaplanmıştı. Sanor Kalesi'nde, soğuğa ve karanlık gecelere rağmen içerideki hayat son hızla devam ediyordu. Ahşap depolar erzakla dolmuş, savunma için stoklar yapılmış, atölyeler ve demirhane kış bastırsa da çalışmalarını sürdürecek şekilde organize edilmişti. Yazdan beri yapılması düşünülen su değirmeni projesi, mevsimin zorluğuyla ertelenmişti. Ancak Ehter ve Sely, kalenin geleceği için kafa yormaya devam ediyorlardı.

Sely Bravegod'un kaleye gelişinin üzerinden haftalar geçmişti. Üç günlük konaklama planıyla başlayan bu ziyaret, sürpriz şekilde uzamış; gerek Ehter'in daveti, gerek Sely'nin merakı ve gizemli keyfi bu kalmayı sürekli besler hâle gelmişti. İlk bakışta bu ilginç "pembe saçlı prenses"in varlığına alışmak zor olsa da, zamanla kale halkı Sely'yi benimsemişti. Sely, sanıldığından çok daha fazlasını biliyor, anlıyor ve hatta yapıyordu. Kültürlü, gezgin, kendi krallığını bırakıp dünyayı keşfe çıkmış biri gibi duruyordu. Üstelik Ehter'in "ilkel" dediği çalışmalarını, son derece gelişmiş teknoloji ve bilgilerle harmanlayarak ona yeni ufuklar açıyordu.

Sadece Ehter değil, kalede yaşayan herkes Sely'nin varlığı sayesinde yeni şeyler öğreniyordu. İlk zamanlarda Ehter'e "Nedir bu ayna? Nasıl çelik elde edebiliriz?" şeklinde sorular yönelten Sely, kısa sürede Ehter'in laboratuvarını ve demirhanesini gözlemledi. Yeterli kaynak ve yöntemle çeliğin daha yüksek ısılarda, daha homojen karışımlarla üretilebileceğini, hatta "elektrik" denilen bir gücün varlığından bahsetti. Öyle teorik şeyler anlatıyordu ki Ehter şaşırıp kalıyordu. "Elektrik mi? Yıldırımların gücü mü?" diye sorduğunda Sely başını salladı, "Öyle düşünebilirsin. İnsanlar bir gün bunu evcilleştirecek." Ehter, "Bu dünyada böyle imkân yok," diye itiraz edince Sely gülümseyerek, "Çok emin olma," diye mırıldandı. Onun bu kadar geniş bilgi birikimi, Ehter'in mekanik zekâsını da kamçılıyordu. İkili akşamları laboratuvarda veya Ehter'in odasında uzun sohbetler yapıyorlardı.

Sely, "Senin kapı çarkı sistemin güzel ama çok daha verimli yöntemler var," diyerek Ehter'in basit dişli ve zincirlerini örnek gösterdi. "Mesela daha hafif metaller, daha dayanıklı bağlantılar. Hem atölyendeki ustalar demirle uğraşıyor ama çeliğin farklı alaşımlarıyla hız kazanabiliriz." Ehter, "Benim hâlimle zaten bu kadarını yaptım," diyerek savundu. "Ancak senin fikirlerinle, belki çok daha fazlası olur." Aralarında hafif bir çekişme de vardı: Sely Ehter'in yöntemlerini "ilkel" buluyor, Ehter de "Senin söylediklerin bu dünyada neredeyse imkânsız" diye karşılık veriyordu. Yine de her akşam yeni konulara dalar, sabaha kadar tartışırlardı.

Bazen Sely, "Peki ya nehrin güneyi?" diye ortada bir soru atardı. "Hiç kimsenin gitmediği topraklarda ne olabilir? Birkaç filozof 'orası uçsuz bucaksız bir çöl, ardından okyanus' diyor," diye anlatırdı. Ehter de okuduğu bazı kitaplarda benzer görüşler gördüğünü belirtirdi. "Kimbilir, belki orada medeniyetsiz topraklar var veya devasa yaratıklar…" diye fısıldardı, gözleri hayal kurar gibi parlardı. Sely, "Gün gelir orayı da keşfetmek isterim. Tabii sen de istersen." Ehter, "Şu sürgün meselesi bitip kraliçe yakamdan düşünce neden olmasın," diyerek iç geçirirdi.

İkili arasındaki bu samimiyet, gün geçtikçe artıyordu. Sely'nin Ehter'e yaklaşmasının tek nedeni bilgi paylaşımı değildi. Onun insani yönünü de seviyor, sürekli karşısındakinin duygularını dinleyen, kale halkına şefkatle yaklaşan Ehter'e içten bir ilgi besliyordu. Bir bakıma, Sely'nin soğuk yüzünde bir sıcaklık seziliyor, Ehter'le konuşurken gözlerinde farklı bir parıltı beliriyordu. Öte yandan Ehter de Sely'nin hızına, bilgisinin genişliğine, merak uyandıran gizemine kapılıyor, onu apayrı bir dünyadan gelmiş lütuf olarak görüyordu.

Bir akşam, Ehter ile Sely yine laboratuvarda çizimlerle uğraşırlarken Sely bir kitaptan söz etti. "Bak, şu filozofun adını duymuş muydun?" diyerek bir parşömen gösterdi. Ehter, "Benim kitap arşivimde rastladım. Felsefenin pratikle nasıl iç içe olduğunu anlatıyor," dedi. Sonra laf, Ehter'in babasının durumu ve Ehter'in sürgün sürecine geldi. "Kral Minho delirmiş olabilir, ama belki kurtulamaz mı?" diye sordu Sely, biraz endişeyle. Ehter'in yüzü gölgelendi, "Anneme kaldı her şey. Babamı kurtarmak benim elimde değil. Gitsem tutuklanırım, ya da yok edilirim." Sely, "Peki ya nehrin güneyine kaçsam, diyor musun?" Ehter, "Öyle bir düşüncem yok. Buraya bağlandım." Sely gülümsedi, "Ben de," diyerek konuyu kapattı.

Zaman akıp giderken, Sely Ehter'e çevik olmanın sırlarını öğretmeye başlamıştı. Kadın, hem dövüş sanatlarında ustaydı hem de büyülü güçlerini saklı tutarak sadece fiziksel becerisiyle bile olağanüstü hızlıydı. Ehter'in tüm günü demirhanede veya çizim masasında geçmemesi gerektiğini belirtiyordu. "Yeterince zeki ve yaratıcısın," diyerek Ehter'in kendini savaşçı yönünden de geliştirmesini sağlıyordu. Bir gün Ehter'in sormasıyla, "Bana eskrim veya kılıç kullanmayı mı öğreteceksin?" dediğinde Sely, "O kadar basit değil. Benim hızımı fark ettin, istediğin kadar teknik öğren, hızın yoksa zor," demişti. Ehter, "O hâlde hızlanmalıyım," diye şakalaşarak yanıt vermişti.

Başladıkları antrenmanlar, gündüzleri kale avlusunda ya da surların kuytu bir bölgesinde gerçekleşiyor, Ehter'in beline hafif bir kılıç takıp, Sely ile "dokunma" oyunu yapıyordu. Sely, "Eğer bana dokunabilirsen savaşı kazanırsın," diye ciddi bir tavırla söylemişti. Ehter her seferinde Sely'yi yakalamaya çalışıyor ama kadın ondan öylesine hızlı kaçıyordu ki Ehter kılıcı dahi çekemeden havayı yarıyordu. Sely "Tüm odağını kılıcına verme. Bedenini, dengesini, öngörünü kullan," diyerek Ehter'e nasihatler veriyordu. Bazen Ehter, "Sadece bir kere dokunursam kazanacağım," diyerek azimle saldırsa da Sely raket gibi bir hamleyle Ehter'in üzerinden atlar, ya da hızla yana kayarak Ehter'i hazırlıksız bırakırdı. Aralarında şakalaşan konuşmalar geçerdi:

"Ehter, yavaşsın!"

"Sadece büyü kullanmadığından emin misin, Sely?"

"Belki…" diyerek göz kırpar, Ehter'in kafasını karıştırır, sonra göz açıp kapayıncaya dek görüş alanından kaybolurdu.

Aralarındaki bağ güçlendikçe, kale halkı da onlara "prens ve prenses" yakıştırmasını yapmaya başlamıştı. "Ne güzel uyumunuz var," diyerek gülüyorlardı. Sanki Ehter ve Sely, bu kasvetli sürgün kalesinin yeni kraliyet çiftiymiş gibi konuşuluyorlardı. Sely bu tür laflara bazen gülüp geçer, bazen de Ehter'e gizlice bakıp kızarırdı. Ehter de ne cevap vereceğini bilemez, "Ben sadece bir sürgün prensiyim," diye lafı geçiştirirdi.

Kış ilerledikçe akşamları karanlık daha erken çöküyor, Ehter ile Sely uzun uzadıya sohbet edip planlar geliştiriyorlardı. O arada, kuzey-batıdan gelen haberlere göre, "Kraliçe, Ehter'in bir orduyu (Sely'nin güçleriyle) püskürttüğünü öğrenmiş ve küplere binmiş" diye söylentiler geliyordu. Kraliçe belki Ehter'e suikast girişimleri dener, belki açık açık büyük bir orduyla saldırır. "Dikkatli olmalıyız," diye tekrarlıyordu Ehter, surlardaki nöbetleri sıklaştırmıştı.

Gerçekten de, bir gece ansızın tam bir sabotaj girişimi yaşandı. Kraliçe, Ehter'in pademia ile yaptığı ticareti baltalamak için, kale civarındaki balıkçı teknelerini yakmak üzere bir grup adam yollamıştı. Meşaleler ve yanıcı maddeler taşıyan on kadar kişi, nehrin gece sessizliğinden yararlanarak kale kıyısına sokuldu. Sur devriyeleri fark edememişti, hava çok soğuk ve sisliydi.

Ama Sely, odasında camdan dışarı bakarken sanki bir koku veya titreşim hissetti. Ela gözleri bir an mor parladı, içgüdüsel olarak dikdörtgen taşına dokundu. "Ne oluyor?" diye mırıldandı. Gördüğü küçük duman işaretlerini izleyerek surlara tırmandı, muhafızların bile tam anlayamadığı şekilde "Ben bir tur bakacağım," diyerek sessizce ilerledi. Ehter'in haberi olmadan, kapalı bir noktadan dışarı çıktı. Biraz ileride su kenarında karanlık siluetler… Teknelere yaklaşıyor, ipleri kesip meşalelerle yakma hazırlığındalardı.

Sely, kalbe dolan bir öfkeyle taşına enerjisini verdi ve kılıcını çekmek yerine bu kez bir "mor balon" büyüsü yarattı. Derin bir nefes aldı, ellerini açarak ufak bir küre oluşturdu. Bu küre, loş mor bir ışıkla titriyor, yavaşça büyüyor, sessizce gökyüzüne doğru yükseliyordu. Adamlar tam meşaleleri teknelerin kenarlarına bırakmak üzereyken, balon süzülüp bir sis parçası gibi üzerlerine indi.

O anda içeride bir patlama sesi olmadan, balonun içi vakum gibi onları bir bir çekip hapsetti. Sanki mor renkle kaplanmış bir zehirli küreydi bu, adamlar çığlık atacak vakit bulamadan balonun içine çekildiler. Meşaleler suya düştü, ipler yere dağıldı. Sely balonu nehire doğru sürükledi, ellerini havada gezdirerek "Rüzgâr yakalama" gibi bir hareket yaptı. Balonun içinde panik çığlıkları yankılanıyordu. Derken Sely elini yumruk gibi sıktı, balon nehir üstünde patlayıverdi. O an patlamanın şiddetiyle içindekilerin vücutları paramparça oldu, suyla karışıp sessizce gömüldü. Her şey göz açıp kapayana dek olup bitmiş, tek bir tanık bırakılmamıştı.

Sely surlara döndüğünde, birkaç muhafız hışırtıları ve boğuk sesleri duymuş ama gerçek olayın ne olduğunu anlayamamıştı. "Ne oldu?" diye sorduklarında Sely soğukça "Bir grup adam vardı, ortadan kayboldular," dedi. Kimse fazla soru sormadı, belki Sely'nin gözlerindeki o korkutucu pırıltıyı görünce "saldırtmak istemeyelim" diye sustular. Sabaha karşı Ehter, "Duydum ki teknelerimize saldırı planı olmuş," diyerek endişeyle konuştu. Muhafızlardan biri, "Sely halletmiş efendim," dedi. Ehter şaşkın, "Nasıl?" diye sorunca kimse ayrıntısını bilmediğini itiraf etti. Sadece "Gördük ki adamlar ortada yok, Sely geri geldi," diye özetlediler. Ehter anladı ki Sely yine muhteşem, gizemli ve ölümcül yöntemlerini kullanmıştı. Bu olaydan sonra kale çevresinde bir başka sabotaj girişimi hiç yaşanmadı.

Bu kahramanlıklarla, halk Ehter ve Sely'i "kraliçe ve kral gibi" anmaya başlamıştı. "Bir prens ve prenses oldular işte, gerçekte kim bilir," diyenler, "Kral Minho yoksa Ehter var, Ehter'in yanında da pembe saçlı o olağanüstü prenses," diye dedikoduya dalıyorlardı. Arada "Ne tatlı çift," diyerek gülümseyen kadınlar, "Yeni bir soyluluk oluşuyor," diye abartan ihtiyarlar çıkıyordu. Sely de fena hâlde hoşlanıyordu bu durumdan; Ehter'le birlikte olmak kadar, kale halkının "pembe başlı tavşan" ya da "hızlı kız" gibi lakaplar takması da ona eğlenceli geliyordu. Tavşan benzetmesini özellikle sevmişti, "Pembe saçlı tavşan," dediklerinde "Bana yakışıyor mu?" diye sırıtıyordu.

Kış soğuğu bastırdıkça kale halkı daha çok iç mekanlarda toplanıyor, ısınma amacıyla büyük ateşler yakılıyordu. Her yeni gelen ticaret kafilesi Sely sayesinde daha hızlı organize ediliyordu; çünkü Sely, Ehter'in laboratuvarındaki projeleri çok hızlı biçimde bitirmek için tüm çark ve metal işlerini üstlenebiliyor, kâğıt üzerinde Ehter'in haftalarını alacak işleri birkaç günde hayata geçiriyordu. Zanaatkârların bile dediği gibi, "Sanki bedeni on tane kolu varmış gibi hızlı." Ehter, "E ne de olsa 'pembe saçlı tavşan'," diyerek sıkça şakayla kâh güler, kâh hayranlıkla iç çekerek Sely'ye bakardı. Bazen Sely'nin gözlerinde yine o mor ışıltı yakalıyor gibi olur ama sanki kadın istemezse asla tam fark edemezdi.

Tüm bu gelişmelerin arasında, surlarda tekrar gözcüler iki kat arttı. Kraliçe'nin başka bir hamlesi gelir mi diye bekleniyordu, ama aylardır başka saldırı girişimi olmamıştı. Kaçan iki askerin saraya varıp "Kale'de pembe saçlı bir iblisin olduğunu" anlatmaları, belki de kraliçeyi düşündürmüş veya farklı entrikalar kurmasına sebep olmuştu. Ortalıkta Ehter'in "isyan" ettiği lafları dolaşıyor ama tam anlamıyla saldırı gelmiyordu. Ehter, "Belki de babamın delilik hâli sürüyor, annem de bu işlere vakit bulamıyor," diye düşünür, yine de her an bir ordu gelecekmiş gibi plan yapmayı elden bırakmazdı.

Sely ile Ehter arasındaki bağı gözle görebilen kale halkı, onlardan "Efsanevi ikili" gibi bahsediyordu. İkisiyle konuşurken "Sizden bir krallık çıkarmış," diyen gençler bile oluyordu. Ehter, böylesi şakalara utangaç gülümsemeyle karşılık veriyor. Sely ise "Acele etmeyin siz," diye yanıtlıyor, belli ki duruma ne itiraz ediyor ne de onay veriyor gibi duruyordu. Belki gerçekte Ehter'e karşı derin duygular hissediyor, ama tam açığa vurmuyordu.

İkiyüz kişiyi bulan kale nüfusu, giderek örgütlü bir "şehir" düzeyine yaklaşıyordu. İç atölyeler, ticari pazar yerleri oluşuyordu, Ehter ve Sely elbirliğiyle yeni binaların planlarını bile çiziyordu. Kimi zaman akşam ateş başında toplanıp hikâyeler anlatır, Sely'nin dolaştığı diyarların masalsı öyküleriyle kahkahalar atarlardı. Ehter "Bu kadar dolaştın, buradan sonra nereye gideceksin?" diye sorduğunda Sely, "Benim dünyam burası oldu artık, belki de kalırım," diyerek daha açık sinyal veriyordu. Ehter'in gözlerinde heyecan, "Sahi mi?" diye tekrar ettiğinde Sely içten bir gülümseyişle, "Gidecek başka yere ihtiyacım yok," diyordu.

Gelgelelim, sarayın haber alma kanalları bu gelişmeleri öğrenince "Kraliçe Celenia"nın siniri katlanmış, suikastçı yolladığı adamlar tekneleri yakmaya çalışsa da başaramamıştı. Okyanusta boğulurcasına çaresiz bir kraliçe belki de planlarını büyütecek, Ehter de bundan korkuyordu. Fakat Sely her defasında "Kimseler sana dokunamaz," diye Ehter'i sakinleştiriyor, dikdörtgen taşını hafifçe yokluyordu. Ehter, onun bu hareketlerini fark etse de tam manasıyla ne olduğunu sormaya cesaret edemiyordu. Zaman zaman "Bir sihir mi hissediyorum?" diye aklından geçirse de Sely derin bir sır tutuyordu.

Böyle geçip giden haftaların sonunda, bir akşam Ehter yorgun argın laboratuvarında çalışırken Sely yine yanındaydı. Artık Ehter'in çizmeye gerek duymadığı pek çok teknik detayı, Sely "Az önce bitirdim," diyerek masanın üstüne koyuveriyordu. Tuhaf aletler, hızlıca imâl edilmiş dişliler, belki Ehter'in bir ayda bitireceği projeler… Ehter hayranlıkla "Nasıl bu kadar çabuk bitiriyorsun?" diyordu. Sely omuz silkiyordu: "Pembe saçlı tavşanım ben," diye espri yapıyordu. Ehter gülüyor, "Halk seni böyle çağırıyor, sen de benimsedin yani," diye karşılardı. Gerçekte ikisi arasında duygusal bir yakınlaşma filizlenmiş, sözle pek dile dökülmese de bakışları ve dokunuşları birbirine ısınmışlardı.

Yine laboratuvardaki sıcak bir konuşma sırasında, Sely ufaktan Ehter'in eline dokunarak "Hadi dışarı çıkıp biraz hava alalım," dedi. Yürüyerek avluya gittiler, gökyüzünde ay parlaktı. Sur üstüne çıktıklarında, Ehter usulca "Bir yudum daha konuşsaydık," der gibi gözlerini kapattı. Belki saraydan ordu gelmeyecekti, belki de gelebilirdi, ama bu gece en azından rahattı. Sely, Ehter'in boynuna hafif dokunup "Yarın eğitimde yine bana dokunmaya çalışırsan var gücünle uğraş, bir gün başaracaksın," diye ufak bir meydan okuma yaptı. Ehter gülerek "Keşke," dedi. İkisinin bakışları kesişti, rüzgârın soğuk esintisi etraflarında dönerek kıyafetlerini savurdu. Belki aralarındaki mesafe bir anda yakınlaştı, ama tam o hissi yaşayacakken yine bir koridordan gelen seslerle irkildiler. Belki bu duyguyu daha sonra paylaşacaklardı.

Kasım ayının ortalarına doğru, kale artık soğuk rüzgârlara alışmış, bacalardan sürekli dumanlar yükseliyor, insanlar kış eğlencelerini hazırlıyordu. Ehter bir sabah pazar yerinde gezinecek, Sely omzunda ince bir pelerinle yanında yürüyecekti. Kimi yerli halk "Pembe saçlı prenses! Pembe saçlı tavşan!" diye tezahürat vari şeyler söyleyecek, o da gülerek el sallayacaktı. Ehter, "Çok seviyorlar seni," diye fısıldadığında Sely alaycı gülümseme ile "Hızlı iş bitirdiğim için olabilir," diye cevaplayacaktı. Kimi zaman Ehter, "Sely, sanırım kaleyi sen yönetiyorsun gibi hissediyorum," diye yarı ciddi konuşsa Sely, "Hayır, sürgün prensi sensin, sorumluluk senin," diye laf çarpıtacaktı.

Aynı dönemde, ordu gönderme işini bırakan Kraliçe belki suikast denemelerini sürdürür, ama Sely büyüyle engelliyordu. Bir defasında surların ötesinden bir suikastçi gece vakti duvardan tırmanmaya çalışmış, Sely sessizce yaklaşıp belki de tek dokunuşla adamı bayıltmıştı. Ehter, sabah uyandığında "Nereden geldi bu ceset?" diyebilecek kadar şaşıracaktı. Muhafızlar "Suikastçi" diye söylenirken Sely "Bu kadar basit girişimler devam edecekse, canları yanar," diyerek soğukkanlılığını koruyacaktı.

Zaman ilerledikçe Ehter ile Sely'nin dostluğu, aralarındaki mesafe ve belki de romantik çekim güçlenecekti. Kâh akşam ateş başında derin sohbetler, kâh laboratuvarda yeni projeler, kâh avluda dövüş antrenmanları… Halk, ikisini "Prens Ehter ve Prenses Sely, belki de bir gün evlenecekler" diye dedikoduya vardıracak, kimisi "İyi anlaşıyorlar belli ki," diyerek mutlu olacaktır.

En son su kanalı projesinin minik bir maketi çıkınca, Ehter "Pembe saçlı tavşanımıza teşekkür edin, büyük bir kısmını o tamamladı," diye övünecek, Sely utanıp "O kadarı da yok," diye itiraz edecekti. Fakat gerçekte projeyi hızlandıran yine onun akıl almaz hızı, yeri geldiğinde de sakladığı büyülü yetenekleri kullanarak çarklı sistemi kolayca şekillendirmesiydi. Bu yüzden kale teknolojik olarak hızlıca atılımda, kimisi "Bunca şeyi Ehter tek başına nasıl yapıyor?" diye merak ediyor, Ehter "Halkın desteği," diyerek konuyu kapatıyordu.

İşte tam bu anlarda, Ehter arada "Kral babama ne oldu?" diye içten içe dertlenirken, Sely onu teselli ediyor, "Bir gün istersen gider bakarız," diyordu. Ehter ise "Orduyla karşılaşma riskine giremem," diye korkuyordu. Sely "Asıl ordu riskte olur," diye kendinden emin cevap veriyordu. Ehter her ne kadar "Kan dökülmesin," dese de, Sely kararlıydı: Gerekirse hepsini durdurabilirdi.

Kalenin ortasında, büyük akşam yemeğinden sonra Ehter ve Sely sessiz bir köşede oturmuş, son projelerini konuşuyorlardı. Ehter "Sana yine teşekkür etmeliyim. Bu kadar kısa sürede surları pekiştirdik, demirhanede müthiş üretim kapasitesi sağladık, sen devreye girince daha da hızlandı," diye mırıldandı. Sely samimi bir gülümseme ile "Benim için de zaman kazanmak. Durmayı sevmiyorum, sürekli bir şeyler yapmak hoşuma gidiyor. Hem böyle bir dünyaya katkıda bulunmak da eğlenceli," diye karşılık verdi.

Ehter ufka dalan bakışlarını Sely'ye çevirdi, "Bu dünyaya diyorsun, demek ki senin geldiğin başka dünyalar var," diyerek sezgisel konuştu. Sely bir an tereddüt etti, sonra "Belki var, belki yok," diyerek konuyu kapadı. İçinde hâlâ kimsenin bilmediği sırrı saklıyordu. Tam o esnada Sely doğrulup "Bir dahaki eğitimde, cidden bana dokunabilirsen savaşı kazanırsın," diyerek Ehter'e meydan okuyup gülümsedi. Ehter "Bu kadar iddialısın yani," diye şakasına cevap verdi. "Tabii, neredeyse seninle dans ediyorum, sen ise gölgemi bile yakalayamıyorsun," diyerek hafif dalga geçti. İkisi de güldü. Dışarıdan bakıldığında tam bir çift gibi görünüyorlardı artık.

En nihayetinde, kale halkı "Pembe saçlı tavşan," "hızlı kız," "kraliçemiz," "prensesimiz" gibi lakaplar türetirken, Ehter'e de "Prens" unvanı giderek yakışıyor, "Sürgün" kelimesi unutuluyordu. Kışın ortasında Sely sayesinde gemiler, atölyeler, sur onarımları aşırı hızla tamamlanıyor, ticaret kesintisiz sürüyor, Conrackt başkentinden gelen saldırı haberi veya sabotaj girişimi de son buluyordu. Zaten denedikleri en son hamle, Sely'nin mor balonuyla nehre gömülen adamlara mal olmuştu.

Artık Ehter ile Sely, gece geç saatlerde bile laboratuvarda oturup "Bundan sonra ne yapacağız?" diye konuşuyorlardı. Sely, "Benim dünya turum burada son buldu belki de. Her gittiğim yerden daha fazla bağlandım sana ve bu kaleye," diye itiraf etti. Ehter, yüzü hafif kızararak "Ben de senin bu topraklardan gitmenden korkuyordum. Bir yandan da… seni bu sürgün ortamında ziyan ediyormuşum gibi hissediyorum," dedi. Sely, "Ziyan mı? Burası harika gelişiyor," diye karşılık verdi. "Sürgünse bile, asıl krallık seninle burada yeniden doğuyor olabilir, farkında değilsin." Ehter yüreğindeki heyecanı bastıramayıp "Bakalım neler göreceğiz," diye özetledi.


Tip: You can use left, right, A and D keyboard keys to browse between chapters.