Chapter 25: Bölüm 25 – Sessiz Adımlar
Soğuk Gecenin Ardından kamp ateşinin son kıvılcımları da sönmüştü. Gece, ormanın derinliklerine çekilirken geride yalnızca sessizliği bırakmıştı. Hava hâlâ soğuktu; sabahın gri ışıkları ağaçların arasından süzülmeye çalışıyor, ama henüz gecenin kalıntılarını silemiyordu.
Sabahın bu erken saatlerinde doğa, tuhaf bir dengeye bürünmüştü. Kuşlar henüz ötmeye başlamamıştı. Rüzgâr, dalları hafifçe sarsıyor, ama rahatsız edici bir uğultu yaratmıyordu. Toprak, geceyi hâlâ içinde taşıyor gibiydi; soğuk ve nemli.
Reyna gözlerini araladı. Ilık pelerininin içinde kıvrılmış halde yatıyordu, ama uykunun sıcaklığı çoktan kaybolmuştu. Göz kapakları ağırdı, zihni ise dün gece yaşananlarla doluydu. Manayı hissetmişti… fakat kontrol edememişti.
Gözleri hemen Aries'i aradı. Adam kamp alanının biraz ötesinde, bir ağaç kütüğüne yaslanmış oturuyordu. Başını hafifçe kaldırmış, yıldızların yavaşça solduğu gökyüzüne bakıyordu.
Reyna yavaşça doğruldu, pelerininin içine daha da gömülerek üşüyen ellerini ovuşturdu. Birkaç saniye boyunca Aries'i uzaktan izledi. Adamın yüzü sakindi, ama bu dinginlik bir rahatlıktan çok, içsel bir boşluğu andırıyordu. Sanki buraya ait değildi… Sanki zihni, bulunduğu yerin çok ötesinde bir noktaya takılı kalmıştı.
Reyna titrek adımlarla ona yaklaştı. Küçük ayakları kuru yaprakların üzerinde hafifçe ses çıkardı, ama Aries bakışlarını gökyüzünden ayırmadı.
Yanına oturduğunda, aniden konuşmamaya karar verdi. Bazen sessizlik, kelimelerden daha güçlüydü.
Aralarındaki bu sessizlik uzun bir süre devam etti.
Aries'in nefesi düzenliydi, ama bakışlarında derin bir düşüncenin izleri vardı. Reyna ise içinde büyüyen huzursuzluğu bastırmaya çalışıyordu.
Sonunda, içinde bir düğüm gibi oturan soruyu fısıldadı:
"Sence ben büyücü olabilir miyim?"
Aries, gözlerini kırpmadan yıldızların soluk ışığından kıza döndü. Reyna'nın yüzündeki ifadeyi inceledi. Saf bir merak vardı, ama bir şey daha… Korku.
"Neden bunu soruyorsun?" diye karşılık verdi Aries.
Reyna bakışlarını yere kaydırdı. Çıplak toprağı parmaklarıyla karıştırmaya başladı. "Dün gece… manayı hissettim ama kontrol edemedim." Sesi titrek ve tedirgindi. "Eğer büyü yapamayacaksam, savaşçı bile olamayacaksam… O zaman ne yapacağım?"
Aries derin bir nefes aldı. Bu korkuyu biliyordu. Güçsüz olma korkusunu. Zayıf ve çaresiz kalma korkusunu. Bir zamanlar o da aynı belirsizlikle savaşmıştı.
"Reyna, güç zamanla gelir. Kimse doğuştan güçlü değildir." Sesi sakin ama kesindi. "Büyücü olmak, yalnızca mana hissetmekle ilgili değil. Onu yönlendirecek disiplinin ve sabrın var mı, önemli olan bu."
Reyna, hayal kırıklığını gizleyemedi. Dudaklarını sıktı, küçük ellerini yumruk yaptı. "Ama sen güçlüsün… Sen nasıl bu kadar güçlü oldun?"
Bu soru, Aries'i aniden derin bir boşluğa itti.
Hatırlamıyordu.
Zihninin derinliklerinde bir perde vardı. Orada, çok eski bir şey yatıyordu—unutulmuş, gömülmüş bir şey. Hatırlamaya çalıştığında, sanki o perdeye dokunamıyordu. Sadece varlığını hissedebiliyordu.
Ama bu sefer, o perde bir anlığına titredi ve Aries'in zihninde gömülü olan o anı geri döndü.
***
O Mağara.
Soğuk.
Nemli taşların arasından yayılan loş ışık.
Önünde duran kadın.
Etrafındaki hava, bir anda donmuş gibi ağırdı. Kadın, gözlerini Aries'in gözlerine dikmişti. Ametist gibi parlayan gözler.
Aries, nefes bile alamıyordu.
Kadının dudakları kıpırdadı.
Ama ses zihnine bir fısıltı gibi düştü.
"Soyun henüz uyanmamış, çocuğum."
"Uyan."
Ve bir anda dünya sarsıldı.
Mor bir ışık patladı.
Aries'in vücudu, içten dışa yanıyormuş gibi hissetti. Damarlarının içinde bir şey akıyordu. Öyle güçlü, öyle yoğun ki, bütün hücrelerini parçalayacak gibiydi.
Yere düştü.
Acı Her yerini sarmıştı.
Nefesi kesildi. Bilinci kaybolmaya başladı. Ve sonra…
Gözlerini açtığında, mağaranın girişinde yatıyordu.
***
Aries, bir anda geri döndü. Zihninde yankılanan o fısıltı… "Uyan."
Avuçlarını farkında olmadan sıktı. Bakışları tekrar Reyna'ya döndü, ama gözleri şimdi daha sert, daha uzak, daha soğuktu.
"Hatırlamıyorum."
Bu yalandı.
Ama bu konu burada kapanmalıydı.
"Bu seni ilgilendirmiyor." Sesindeki ton biraz daha sertleşti. "Sen kendi yolunu bulmalısın."
Reyna başını kaldırdı. Aries'in ifadesini incelemeye çalıştı. Söylediği şeyin doğruluğunu tartıyordu.
Bir süre daha sustu. Sonra, kendisinden beklenmeyen bir cesaretle "Kendi yolumu bulmam için... ne yapmam gerekiyor?" diye sordu.
Aries bu sefer gerçekten ona baktı. Küçük kızın gözlerindeki ışıltıyı fark etti. Birkaç gün önce tanıdığı, korkuyla titreyen, hayatta kalmaktan başka bir amacı olmayan çocuktan eser yoktu.
Şimdi gözlerinde bir amaç vardı.
Bir ışık.
Ve Aries bunu fark ettiğinde, hafifçe başını salladı.
"Önce kendini tanımalısın."
***
O günün gecesi sonlanmadan önce, Miria'nın taş duvarlı sarayında meşalelerin titrek ışığı, gölgelerle dolu uzun koridorları aydınlatıyordu. İmparatorun baş muhafızı Argus, sarayın görkemli kapılarının önünde dikilmiş, sessizce bekliyordu. Arka planda, Miria şövalyeleri düzenli bir şekilde sıraya dizilmiş, Dük Miriam'ı selamlamak için hazır bekliyorlardı. Kapılar ağır bir şekilde açıldığında, Argus'un sert yüzünde belirsiz bir sabır ifadesi belirdi.
Kapıdan çıkan Dük Miriam, Argus'un görkemine kıyasla daha zarif ama yorgun bir görüntü sergiliyordu. Savaşın yükü, yüzünün derin çizgilerinde açıkça görülüyordu. Argus'u karşısında görünce, samimi ama ölçülü bir şekilde başını eğdi.
"Lord Argus" dedi Dük Miriam, sesi saygılı ama bir o kadar dikkatliydi. "Miria'ya hoş geldiniz. Sizi burada ağırlamak büyük bir onur."
Argus, hafif bir tebessümle selamını karşılık verdi. "Dük Miriam. Bu topraklar, sizin liderliğiniz altında gücünü ve ihtişamını koruyor. Kara elfleri kısa sürede bozguna uğrattığınız için sizi tebrik ederim. Bu, sıradan bir başarı değil."
Miriam'ın yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. "Zafer kolay kazanılmadı, Lord Argus. Askerlerim ve halkımın cesareti, bu zaferin gerçek mimarlarıdır. Ancak zafer, her zaman bir bedelle gelir."
Argus, Miriam'ın sözlerini onaylar bir ifadeyle başını salladı. "Bu doğru, Dük Miriam. Zafer her zaman fedakârlık ister. Ancak bu fedakârlık, daha büyük bir istikrar için gereklidir."
İkili, ağır adımlarla sarayın içine doğru ilerlediler. Koridorların mermer zeminleri, iki adamın zırhlarının çıkardığı ritmik seslerle doldu. Argus, yürürken göz ucuyla duvarlardaki tabloları süzdü. Özellikle bir tablo, kara elflerle olan bir çarpışmayı tasvir ediyordu. Bu tablo, Argus'un yüzünde hafif bir merak uyandırdı ama sessiz kaldı.
Dük Miriam, Argus'un merakını fark ederek sessizliği bozdu. "Kara elflerin tehdidi Miria'da her zaman vardı. Bir zamanlar kara elfler, kuzey bölgelerinde ve Miria geçidinde yaşarlar ve çok daha huzurlu bir topluluk olarak bilinirlerdi. Ancak onurlarına yediremedikleri bir kölelik dönemiyle imparatorluğa karşı ayaklanmaları başladı. Yüzyıllar boyunca ufak çapta savaşlar yaşadık. Fakat Aries... onun liderliğinde bu tehdit bambaşka bir hal aldı. Şimdi ise, onun yokluğu bir fırsat mı yoksa bir tuzak mı, emin olamıyorum."
Argus'un yüzünde kararlı bir ifade belirdi. "Aries'in plan yapmadan hareket eden biri olmadığını düşünüyorum. Ancak bir liderin yokluğu, her zaman bir fırsat yaratır. Kara elf ordusu, onun gölgesi altında korkusuz olabilir, ama o gölge artık burada değil. Bu fırsatı değerlendirmek için harekete geçmemiz gerekiyor, Dük Miriam."
Miriam, derin bir nefes aldı ve Argus'u sarayın büyük salonuna götürdü. Masanın üzerinde, Miria eyaletini detaylı bir şekilde gösteren harita seriliydi. Miriam, haritanın üzerindeki işaretli noktaları göstererek konuştu.
"Miria geçidinin doğusu, Sapharyn Vadisi. Kara elfler, bu doğal savunma avantajlarını sunan bölgede kamp kurmuşlar. Daha önce saldırmayı ben de düşünmüştüm ancak bulundukları bölge ve güçlerini düşününce bu fikirden vazgeçtim. Vadiye yapılacak bir saldırı, büyük kayıplar vermemize neden olabilir. Ayrıca Aries'in nerede olduğunu bilmiyoruz. Eğer dönerse... Miria toprakları bir savaş alanına dönüşebilir."
Argus, haritaya dikkatle bakarak hafifçe başını eğdi. "Evet, vadi zorlu bir hedef. Ancak bu orduyu şimdi yok etmezsek, gelecekte daha büyük bir tehdit haline gelir. Aries, geri döndüğünde elinde bir ordu bulamamalı."
Dük Miriam'ın kaşları çatıldı. "Bu, büyük bir kumar, Argus. Aries'i kışkırtmak... sonuçlarını tahmin edemeyeceğimiz bir risk. Miria, böyle bir yıkımı göze alamaz."
Argus, gözlerini Dük Miriam'a çevirdi. Sesi kararlıydı. "Gençliğimizde omuz omuza savaşmıştık, Miriam. Girdiğimiz yüzlerce savaşta onlarca kez yaralandık ancak seni hiç bu kadar endişeli ve tereddütlü görmemiştim. Merak etme, eski dostum, seni ölüme göndermek gibi bir niyetim yok. Sana bir lejyon ve 20 bin auxillia askeri vereceğim. Bu, Miria'nın mevcut kuvvetleriyle birleştiğinde 50 bin kişilik bir ordu anlamına geliyor. Bu gücün, kara elflerin kampını dağıtmak için yeterli olacağından eminim."
Miriam, Argus'un teklifini dikkatle inceledi. Haritada işaretli noktaya bir süre baktıktan sonra başını kaldırdı. "Bu teklifin oldukça cömert. Ancak yine de bir şartım var. Eğer Aries geri dönerse, Miria'nın savunmasında yalnız bırakılmayacağımıza dair söz istiyorum, Argus. Bana söz ver, Miria halkı kaderine terk edilmeyecek."
Argus, Dük Miriam'ın yanına yaklaştı. Gözleri soğuk ama güven vericiydi. "Miria, imparatorluğun önemli bir parçasıdır, Miriam. Miria'nın güvenliği, bizim görevimizdir. Bu bir söz değil, bir gerçektir."
Dük Miriam, Argus'un kararlılığı karşısında başını salladı. "O halde hazırlıklara başlayacağım. Ancak bu, yalnızca bir zafer meselesi değil, Argus. Miria halkı bu savaşın bedelini ödememeli."
Argus, ağır bir ifadeyle başını salladı. "Zafer, her zaman bir bedel taşır. Ancak bu bedel, imparatorluğun istikrarı için ödenmelidir."
***
Sabahın ilk ışıkları, lejyonun ilerleyişini gri bir sisin içinde selamlıyordu. Zırhların metalik yankısı, at nalı seslerine karışıyor, disiplinli bir düzen içinde ilerleyen ordu, soğuk rüzgârın altında yollarına devam ediyordu. Larkan'a yaklaşırken hava daha da kasvetli hale gelmişti.
Morgana, atının üzerinde, lejyonun önünde ilerliyordu. Sert bakışları, ufku tarıyor, zihni ise çok daha derin bir meşguliyet içindeydi. Kaotik mana izleri, bölgedeki yıkım, terk edilmiş köyler... Her şey Aries'in burada olduğunu gösteriyordu. Fior Kalesi'nde onun gücünü ilk elden deneyimlemişti. O gün savaş meydanında yaşananlar zihninden silinmiyordu.
Yanındaki subaylardan biri atını hızla sürdü ve Morgana'ya yaklaştı. "General" dedi, sesi dikkatli ama endişeliydi. "İzcilerden rapor geldi. Larkan'a yaklaşıyoruz. Ancak yol boyunca birçok terk edilmiş köy ve yanmış ceset kalıntısı bulduk. Görünüşe göre bölgede bir çatışma yaşanmış."
Morgana kaşlarını çattı. "Çatışma mı? Kim ya da neyle?"
Subay derin bir nefes aldı. "İzciler, geçen gece gördüklerimizden farklı bir grup canavar cesetleri bulduklarını rapor etti, efendim. Bazı köylerde yüzlerce canavarın cesediyle karşılaşmışlar. Ama bu cesetlerin çoğunda garip izler var… Daha önce karşılaşmadığımız türden izler."
Morgana'nın ifadesi sertleşti. "Garip izler mi? Detaylı bir açıklama yap."
Subay, hafif bir tereddütle devam etti. "Mana hassasiyeti yüksek büyücülerimiz cesetlerde yoğun mana kalıntıları tespit etti, general. Ancak bu mana, normal büyü enerjisinden çok farklı. Kaotik, dengesiz bir mana kalıntısına benziyor."
Morgana'nın düşünceleri hızlandı. Kaotik mana... Aries. Kaşları çatıldı, atının dizginlerini hafifçe çekerek yavaşladı.
"Aries..." diye fısıldadı, kendi kendine konuşur gibi. O anda gerisinde ilerleyen biri onun duraksadığını fark etti.
"Aries mi? O burada mı?" dedi Jaksen, yanına yaklaşarak. Genç adamın sesi merakla doluydu, ancak içinde bir tür tedirginlik de vardı.
Morgana ona döndü. Jaksen'in yüzündeki ifadeyi inceledi. Askerler ona saygı duyuyordu, ancak onun aklı hâlâ bir savaş meydanında olması gereken birinin aklı gibi çalışmıyordu. Yüzü, karar vermekte zorlanan birinin yüzüydü.
"Evet, izler onun burada olduğunu gösteriyor" dedi Morgana. "Ama emin olmadan hareket etmeyeceğiz."
Jaksen'in kaşları çatıldı. "Eğer gerçekten buradaysa... ona karşı ne yapacağız?"
Morgana, onun sorusunu bir an değerlendirdi. Jaksen, Aries hakkında hâlâ net bir fikre sahip değildi. İmparatorluğun düşmanı olarak tanıtılmıştı, ancak onun hakkında öğrendikleri, Jaksen'in kafasını daha da karıştırmıştı. Aries bir cani miydi? Yoksa imparatorluğun lanetlediği ama aslında haklı sebeplerle savaşan biri mi? Jaksen bu sorunun cevabını bilmiyordu.
"Ne yapacağımızı zamanı gelince öğreneceksin" dedi Morgana, sesinde kesin bir tonla. "Ama unutma, burada şu anlık imparatorluğun bir askerisin. Duygularına kapılırsan ölürsün."
Jaksen içini çekti ama bir şey demedi. Yabancı olduğu bu dünyada her şey ona dayatılıyormuş gibi hissediyordu. Önce bir kahraman ilan edildi, sonra savaşın ortasına atıldı. Şimdi ise kendisini bir ordunun içinde, savaşın karmaşasında buluyordu. Akıntıya sürüklenen biri gibi hissetti.
Morgana, Jaksen'in sessiz kaldığını görünce ona biraz daha yumuşak bir ifadeyle baktı. "Biliyorum, buraya ait olmadığını hissediyorsun. Ama bu, nereye ait olduğunu bulamayacağın anlamına gelmez."
Morgana bakışlarında bir parça anlayış ile konuşmasını devam ettirdi, "Kahraman olmak yalnızca bir unvan değil, Jaksen. Bu unvan, seni savaştan koruyamaz. Savaş meydanında kimseye kahraman olduğu için ayrıcalık tanınmaz. Burada, yalnızca hayatta kalanlar ve ölenler var. Eğer bu dünya da yaşayacaksan, hayatta kalmayı öğrenmelisin. Ve hayatta kalmak, sadece kılıç kullanmakla veya büyü öğrenmekle olmaz. Zihnini de keskinleştirmelisin. Kime güveneceğini bilmeli ne zaman konuşup ne zaman susacağını öğrenmelisin. Mevcut durumda şüphelerin olduğunun farkındayım ancak savaş meydanı şüpheye yer bırakmaz. Şüphe, zayıflıktır. Ve zayıflık, seni öldürür."
Jaksen gözlerini ona çevirdi. İlk kez Morgana'nın ona doğrudan rehberlik etmeye çalıştığını fark etti. Bir süre sessiz kaldı. Sonunda başını hafifçe salladı. "Öğreneceğim" dedi, sesi artık biraz daha kararlıydı.
Morgana başını onaylarcasına salladı. "İyi. O halde gözlerini açık tut, Jaksen. Larkan'a varmak üzereyiz ve orada işler karmaşık olabilir."
Genç adam derin bir nefes aldı. İçindeki kafa karışıklığına rağmen, bir şey netleşmişti. Burada olmak zorundaydı. Ve burada olacaktı.
Uzakta, Larkan'ın devasa taş surları göründüğünde, Morgana'nın gözleri ufka dikildi. Bu sefer farklı olacak, diye düşündü. Ama gerçekten öyle olup olmayacağını bilmiyordu. Göz ucuyla Jaksen'e bir kez daha baktı.
Çünkü artık yalnız değildi.
Ve bu savaş, sadece bir asker ya da bir kahraman olmakla ilgili değildi. Bu, kim olduğunu bulmakla ilgiliydi.