Chapter 35: Bölüm 35 - Bir Kılıç, İki Gölge
Rüzgâr, gece kadar sessizdi.
Soğuk, tenine işlemesine rağmen hissizdi. Yıllar önce, bu soğuğa direnmek için paltosunun içine büzüşen bir çocuktu. Ama şimdi? Kuzeyin sert rüzgârları bile onun için sıradan bir serinlikten ibaretti.
Edmund Vryssar, savaşın ardından geçen iki gün boyunca, atının üzerinde sessizce ilerledi. Ormanın içinde yankılanan tek şey, soğuk toprağa basan atların ağır adımlarıydı. Etrafındaki ağaçlar, sanki karanlık bir örtü gibi gökyüzünü kapatıyor, gün ışığını emiyordu. Gece kadar soğuk, gece kadar sessizdi bu orman. Ve Edmund, içinde büyüyen o tanıdık boşlukla birlikte ilerliyordu.
Geçmişin gölgeleri zihnini sarmıştı.
Ormanın derinliklerine çekildiklerinden beri konuşmamıştı. Ne diğer şövalyeler ne de isyancı liderleri onun sessizliğini bölmeye cesaret etmişti. İnsanlar, Edmund'un konuşmadığında ne düşündüğünü asla bilemezlerdi. Ama ona bakınca, bir şeylerin içinde kaynadığını hissederlerdi.
Küçüklüğünden beri yalnızdı.
Bir yarı elf olarak, soyunun hiçbir zaman bir yere ait olmayacağını anlaması uzun sürmemişti. Renoire'de doğmak, soylu bir isim taşımak ona bir şans vermişti. Ama bu, insanların onu gerçekten kabul ettiği anlamına gelmiyordu.
Annesi…
Bir orman elfiydi. Yıldızlar kadar parlak gözleri, rüzgârın fısıltısı gibi sesi vardı. Gözlerinde dünyanın en saf ışığını taşır, ona hep sabırla gülümserdi. Ama Edmund küçüktü, saf bir çocuktu. Annesinin neden zaman zaman gözlerini kaçırdığını, neden bazı kelimeleri söylemekten vazgeçtiğini o zamanlar anlamamıştı.
Babası ise farklıydı. Kuzeyli bir lorddu. Sert, disiplinli ve her zaman güçlü bir adam. Kont Sigvard Vryssar, Arnold sınırında Renoire Krallığı'nın kuzeydeki uç beylerinden biriydi. İnsanlar ona saygı duyardı. Ordular ona itaat ederdi. Ama oğluna karşı… O asla zayıflık göstermezdi.
Edmund, annesinden elfçeyi öğrenirken, babasından ise savaşın ne demek olduğunu öğrendi.
Ama annesinin öğrettiği kelimeler…
Bazen, diğer elf çocuklarının ona nasıl seslendiğini duyduğunda, içini kemiren bir soğukluk olurdu.
"Lethëran."
"Tarnël."
Bu kelimeleri hâlâ hatırlıyordu. Küçükken sadece bir kelimeden ibaret sanmıştı. Ama zamanla anladı.
Soyu bozulmuş.
Karışık kan.
Elfler onu istememişti. İnsanlar ona "soylu" olduğu için saygı gösteriyordu, ama bu saygıdan çok bir sınır gibiydi. Onu asla içlerine almadılar.
"İnsanlarla mı yoksa elflerle mi yürüyeceksin, tarnël?"
O zaman bu soruya cevap verememişti. Ama şimdi… Şimdi artık kim olduğunu biliyordu.
Küçüklüğünde diğer elf çocuklarıyla oynamazdı. Kendi soyuna ait olamamak, her çocuğun anlayamayacağı bir yalnızlıktı. Oynayacak arkadaşı olmadığında, babasının kılıç ustalarının eğitimini izlerdi. İlk kez bir kılıcı eline aldığında on iki yaşındaydı. Ve o an, bir yol seçmesi gerektiğini anlamıştı.
Ve onun yolu savaş meydanında olacaktı.
On altı yaşında Renoire ordusuna katıldı. Bir çocuk için bu yaşta orduya girmek sıradışıydı, ama Edmund sıradan bir çocuk değildi. Babasının soylu adı ona avantaj sağlasa da o ismi gerçekten hak etmek için kanının son damlasına kadar savaşması gerektiğini biliyordu.
İlk eğitim günlerinde, birçok genç şövalyenin ona farklı gözlerle baktığını hatırlıyordu. Bazıları onu küçümseyerek izliyordu. Bazıları merak ediyordu. Ama içlerinden hiçbiri ona açıkça hakaret edemezdi. Çünkü Edmund, hiçbirinden daha az yetenekli değildi.
O, on sekiz yaşında aura kalbini oluşturmuştu.
O, on dokuz yaşında kendi şövalye kaptanını yenerek kaptan rütbesine yükselmişti.
Ve yirmi yaşında, Renoire tarihindeki en genç şövalye komutanı olmuştu.
Bu, yalnızca yeteneğin değil, çeliğin ve iradenin bir zaferiydi.
Ama tüm bunları ne için yapıyordu?
Kraliçesi için.
Renoire'in efsanevi Kraliçesi Thelania von Renoire onun için sadece bir hükümdar değildi. O bir ilah, bir tanrıçaydı. Renoire halkının gözünde ölümsüzdü. Hükmü sonsuzdu. Onun yönetimi sayesinde Edmund'un hayatı güven içindeydi. Babası, annesi, evi… Her şey, onun gölgesi altında korunmuştu.
"Eğer Kraliçem olmasaydı, benim gibi bir yarı elf şimdiye kadar çoktan katledilmiş olurdu."
Bunu biliyordu.
Ama şimdi…
Kraliçesi yoktu.
Krallığı yoktu.
Evi yoktu.
Ve Edmund Vryssar, bu dünyada sahip olduğu her şeyi kaybetmişti.
Atının dizginlerini hafifçe çekti. Gözleri, ormanın içinde kaybolan dar patikaya kilitlendi. Soğuk, omzundaki yarayı keskin bir bıçak gibi okşadı.
İmparatorluk, ona her şeyini kaybettirmişti.
Ve bundan dolayı Edmund, İmparatorluğu asla affedemezdi.
Savaşın ardından, isyancı kuvvetler ormanın içine çekilmiş, iki gün boyunca izlerini kaybettirmeye çalışmışlardı.
Arnold, Kalmar ve Renoire kuvvetleri... Baskın başarılı olmuştu ama büyük bir bedelle.
Dört bin kişiyle gerçekleştirdikleri saldırıdan sonra, iki bin adam kaybetmişlerdi.
Kalanlar ise yorgun, tükenmiş ve daha da önemlisi, umutsuzdu.
Edmund atını durdurdu ve derin bir nefes aldı. Öndeki açılan düzlüğü izledi. Ana karargahlarına varmışlardı.
Ağaçların arasına gizlenmiş küçük bir taş kale, isyancıların saklandığı noktaydı. İçeride, yüzlerce asker, iyileşmek ve toparlanmak için dinleniyordu.
Ancak içeride bir sessizlik hakimdi. Zafer kazanmış bir ordunun coşkusu yoktu.
Çünkü bu bir zafer değildi.
Edmund attan indi, kılıcını beline yerleştirdi ve sessizce kalenin taş basamaklarından çıktı. Karargâhın iç avlusuna geldiğinde, içeride tartışmaların yaşandığını fark etti.
Büyük taş masanın etrafında gerilim yoğunlaşmıştı.
Odanın içi, büyük bir savaşın ardından gelen ağırlığı taşıyordu. Yakılan meşalelerin titrek ışıkları taş duvarlara vuruyor, dışarıdaki kış rüzgârları kalın ahşap kapılara çarpıyordu. İçeride, savaşın tozunu hâlâ üzerlerinde taşıyan adamlar oturuyordu. Birçoğunun yüzleri yorgundu, bazılarıysa kaybettikleri adamları düşünerek yumruklarını sıkıyordu.
Ve sonra… masaya inen bir yumruk, sessizliği paramparça etti.
"İki bin adam kaybettik!"
Kalmar komutanı Erikson, öfkeyle masaya vurdu. Teni savaş alanında sıyrılmış kan lekeleriyle kaplıydı, gözleri öfkeyle parlıyordu. Sesi, ahşap kirişlerin arasından yankılanarak karanlık odanın dört bir yanına dağıldı.
"Baskın başarılı oldu mu? Oldu! Ama bu bedelle mi? Düşmanın büyücüleri yoktu ama yine de adamlarımızı biçtiler!"
Sert, buz gibi bir rüzgâr kapının altından içeri sızdı. Odanın soğukluğu, Erikson'un öfkesiyle çarpışıyordu.
Masada oturan diğer liderler, birbirlerine bakarak durumu tartıyordu. Birçoğunun kaşları çatılmıştı; kimileri Erikson'un öfkesiyle aynı fikirdeydi, kimileri ise daha sessiz kalmayı tercih ediyordu.
Derin bir nefes alan Arnold komutanı Haldred, Erikson'un öfkeli çıkışına başını sallayarak destek verdi.
"Baskın başarılı oldu ama bu bize sadece birkaç gün kazandırdı," dedi sert bir sesle. "Lejyon toparlanmadan saldırmak zorunda kalacak. Ama bu, onların tükenmeyeceği anlamına gelmiyor."
Dışarıda, soğuk rüzgâr ağaçları titretirken içeride tartışmalar yükselmeye başlamıştı.
Ama Durhain, masanın başında sessizdi.
Yüzündeki çizgiler, yaşadığı onca savaşın ağırlığını taşıyordu. O, bu kayıpların kaçınılmaz olduğunu biliyordu. Ama gözleri hüzünlüydü.
Baskın, bir zafer olarak değerlendirilebilirdi ama bu bir bedel ödenmeden kazanılmış bir zafer değildi.
Durhain, başını hafifçe eğerek konuştu. Sesi, Erikson'un öfkeli patlamasının aksine daha sakindi. Ama içinde derin bir kararlılık yatıyordu.
"Renoire'in elit askerleri fazla kayıp vermedi," dedi. "Ama Arnold ve Kalmar birlikleri… onların savaşçıları, gerçek bir ordu eğitimi almış değil. Çoğu iyi savaşçılar ama lejyonun karşısında… deneyimsizdiler."
Sözleri, odadaki bazı adamları rahatsız etmişti. Arnold ve Kalmar birlikleri için savaşan adamlar başlarını kaldırdı, ama içlerinden hiçbiri itiraz etmedi. Çünkü Durhain doğruyu söylüyordu. Onlar dövüşmeyi biliyorlardı, ama bir Lejyonun acımasız düzenine karşı savaşmak çok farklıydı.
Erikson, bir kez daha öfkeyle konuştu.
"Bundan sonra ne yapacağız?" dedi sesi hiddetle. "Bekleyip ölmemizi mi istiyorsunuz?"
O anda, kapıdan sessizce giren bir figür, tartışmanın akışını değiştirdi.
Edmund Vryssar.
Rüzgârın getirdiği soğuğu arkasında bırakarak içeri adım attı. Kasvetli ışıkta, kılıcı belinde asılı, yüzü gölgelerin arasında sertleşmişti. Savaşın yorgunluğunu taşımıyor gibi görünüyordu, çünkü savaş onun bir parçasıydı.
Sessizliği delip geçen sesi, odanın her köşesine ulaştı.
"Baskın, bize zaman kazandırdı."
Sesi, çelik gibi keskindi. Ama içindeki hiddeti bastırıyordu.
"Ama zaman kazanmak, savaşı kazanmak anlamına gelmez. Lejyon toparlanıyor. Eğer üç gün içinde tekrar saldırmazsak, bu avantajı kaybedeceğiz."
Masadaki gergin hava bir an dalgalandı.
Erikson, Edmund'un gözlerine dik dik baktı. Kuzeyli savaşçılar gibi dimdik duruyordu, elleri sıkılıydı.
"Daha kaç kişi kaybetmemiz gerekiyor, Vryssar?"
Edmund'un yüzü bir an bile değişmedi. O, kayıpların hesabını tutuyordu. Her bir ölümü hatırlıyordu. Ama savaşı kaybetmek istemiyorlarsa, duygularla değil, mantıkla hareket etmek zorundaydılar.
Edmund derin bir nefes aldı, gözleri bir an için Erikson'un öfke dolu bakışlarında durdu. O da öfkeliydi. Ama öfke, savaşın seyrini değiştiremezdi.
"Bu savaş, fedakârlık olmadan kazanılmaz." dedi, sesi odanın soğuk taş duvarlarında yankılandı.
"Ama plansız hareket etmek de yenilgiyi hızlandırır. Bir sonraki hamlemizi iyi hesaplamalıyız."
Odanın içi bir an için sessizliğe gömüldü.
Haldred, sakallarını sıvazlayarak düşünceli bir şekilde başını eğdi.
"Ne öneriyorsun, Vryssar?"
Edmund gözlerini odadaki adamlarda gezdirdi. Hepsi savaşçılardı. Hepsi kayıplar vermişti. Ama Edmund, bu savaşı yalnızca hayatta kalmak için vermiyordu.
O, Gallant İmparatorluğu'nu dizlerinin üzerine çöktürmek için savaşıyordu.
Ve bunun için bir plan gerekiyordu.
Edmund'un sesi, taş duvarların yankısını bile susturdu.
"Gallant'a karşı savaşırken yalnızca kılıçlarımızla değil, aklımızla da saldırmalıyız. Birkaç gün içinde, lejyonu kesin bir darbeyle zayıflatmalıyız."
Masadaki liderler, Edmund'un soğukkanlı tavrına bakarken birbirlerine kısa kısa bakışlar attılar.
Bunun bir son olmadığını biliyorlardı. Savaş devam ediyordu.
Ve Edmund Vryssar, onları bir adım öne taşıyacak adam olacaktı.
***
Orman, kalın bir kar tabakasıyla kaplanmıştı. Buz gibi rüzgâr ağaçların dallarını sallıyor, ince kar tanelerini havada savuruyordu. Ormanın derinliklerinde, beyaz örtünün ortasında neşeyle kahkahalar yankılanıyordu.
"Hahaha!"
Küçük kızın kahkahaları soğuk havada yankılanarak göğe yükseldi. Minik ayakları karın içinde zıplıyor, elleri birbiri ardına topladığı kartoplarını büyük bir neşeyle fırlatıyordu. Önünde yürüyen uzun boylu adam, her defasında kar topundan kaçınıyor ya da hafifçe yana eğilerek sıyırmasına izin veriyordu. Arada bir hafifçe karşılık verdiğinde, küçük kız çığlık atarak kollarını kaldırıyor ve yere düşene kadar gülmeye devam ediyordu.
Bazen birikmiş karları ağaç dallarından düşürmek için el ele verip çalışıyorlardı. Aries, kızı omzuna alıyor ve o da elindeki bir dal parçasıyla yukarıdaki karları yere döküyordu. Yüzüne düşen soğuk kar taneleriyle kıkırdıyor, ardından Aries'in sırtına tutunarak aşağıya kayıyordu.
Daha sonra ikisi de çömelerek küçük heykeller yapmaya başladı. Reyna bir tavşan yaparken, Aries daha belirgin ve ince hatlara sahip bir insan figürü şekillendirdi. Küçük kız bir süre dikkatlice ona baktı.
"Bu kim?" diye sordu.
Aries ellerini kucağına koyarak duraksadı. Figürüne baktı ama bir cevap veremedi. Yüz hatları belirgindi; güçlü, sert ama aynı zamanda zarif. Ancak bir isim koyamadı. O sadece şekillendirdiği bir figürdü. Yoksa… anısındaki biri miydi?
Reyna, Aries'in yüzüne baktı. Adamın kaşları hafifçe çatılmıştı, sanki çok eski bir şeyi hatırlamaya çalışıyor gibiydi. Küçük kız başını yana eğerek gülümsedi, sonra avucuna aldığı bir avuç karı adamın yanağına bastırdı.
"Gülümsesen de olur!" dedi neşeyle.
Aries gözlerini kırpıştırdı, yüzüne yayılan soğuk bir hisle irkildi. Küçük kızın gülüşü, içini garip bir sıcaklıkla doldurdu ama dudakları kıpırdamadı. Gülmek… Ne zamandır gülmüyordu? Daha önce hiç gülmüş müydü?
Reyna, onun yüzündeki garip ifadesi görünce, cevap beklemeden ayağa fırladı ve hızla bir yamacın kenarına koştu.
"Haydi! Kayalım!"
Aries bir an küçük kıza baktı, sonra iç çekerek peşinden gitti. Reyna'yı kucağına aldı ve beraber yamacın üzerinden aşağı kaydılar. Kar, altlarında yumuşak bir yastık gibi hızla akıyordu. Küçük kız çığlık atarak güldü, Aries'in pelerini rüzgârda dalgalandı. Sonunda yavaşça durduklarında Reyna kıkırdayarak kardan bir tepeden aşağı yuvarlandı ve adamın yüzüne baktı.
"Hadi, bir kere olsun gülümse!"
Aries başını hafifçe yana eğdi ama yüzü hala ifadesizdi. Küçük kızın ısrarına rağmen içinden gelen bir gülümseme yoktu. Reyna mutlu olduğunda hoşuna gidiyordu ama… Kendisi neden mutlu hissetmiyordu?
Ormanda geçirilen birkaç saat sonunda ikili, soğuk havaya rağmen biraz olsun içlerini ısıtan bir mola vermişti. Ancak Aries'in aklı hala karmaşıktı. Kendi sessizliğini anlamaya çalışırken, küçük kızın neşesiyle hayata farklı bir açıdan bakmayı deneyebilirdi belki de.
Ancak yolculuğu devam etmek zorundaydı.
Karla kaplı yollar, gün batımına doğru yavaş yavaş bir kasabaya ulaştı. Uzaktan kasabanın taş duvarları beliriyordu. Bu, şimdiye kadar gördükleri terk edilmiş veya harabe haline gelmiş kasabalardan daha farklıydı. Burası hala ayakta kalabilmiş, nispeten güvenli bir yerdi.
Ancak bu, içeri girmenin kolay olacağı anlamına gelmiyordu.
Kasabanın surları oldukça basit ama güçlendirilmişti. Surların tepesinde muhafızlar nöbet tutuyordu ve gözleri her geçen yabancının üzerinde dikkatle dolaşıyordu. Savaşın getirdiği kaos ortamı nedeniyle, kasabalılar yabancılara karşı temkinliydi.
İki gün önce Aries, bir canavar sürüsüyle mücadele ederken atını kaybetmişti. Eğer atı olsaydı, buraya birkaç saat içinde varabilirdi. Ama yürüyerek ve küçük bir çocuğa eşlik ederek ilerlemek zorundaydı. Bu yüzden yolculuk iki gün sürdü.
Reyna, yolculuk boyunca halsiz düşmüştü. Son saatlerde neredeyse hiç konuşmamıştı. Küçük bedeninin yorgunluk ve soğukla savaş halinde olduğunu Aries anlayabiliyordu. Dünden beri ateşi vardı ve gittikçe kötüleşiyordu. Daha fazla gecikmeden kasabaya ulaşmaları gerekiyordu.
Kasaba kapılarına vardığında muhafızlar tarafından durduruldu.
Aries'in yüzü kapişonuyla gölgelenmişti, ağzını ve burnunu örtmek için ise bir maske kullanıyordu. Bu, dikkat çekmemek içindi. Ancak beyaz saçları ve mor gözleriyle zaten doğal olarak dikkat çeken biriydi. Muhafızlar, ona uzun uzun baktılar, ancak Aries sessizce birkaç gümüş sikke uzattığında, fazla soru sormadan içeri girmesine izin verdiler.
Kasabanın içi hareketliydi. Canavarların etkisiyle mülteciler, daha güvenli bölgelere sığınmaya çalışıyordu. Çoğu insan, şehrin büyük meydanlarında küçük çadırlar kurmuştu, sokaklarda fakir ve aç insanlar dileniyordu. Bu, Aries'in dikkatini çekti.
Kasaba, dışarıdan güvenli görünse de içeride tam anlamıyla bir kaos vardı.
Reyna hala sessizdi. Aries'in elini sıkıca tutmuştu.
Bir süre sonra Aries, meydanın yakınlarında bir köşede lüks bir han buldu. Han, diğer yapılara kıyasla daha bakımlı ve kaliteliydi. İçeri girdiğinde, iç mekânın sıcaklığı Reyna'nın yüzünü hafifçe kızarttı. Küçük kız, içgüdüsel olarak yakındaki bir ateşin yanında durmak istedi ama Aries onu doğrudan tezgâha yönlendirdi.
"Hoş geldiniz, yiyecek mi istersiniz yoksa kalacak bir yer mi?"
Güler yüzlü bir kadın, ona doğru ilerledi.
Aries cevap vermeden önce etrafına kısa bir bakış attı. Arkada, fıçı taşıyan yaşlı bir adam bir anlığına ona göz gezdirdi, sonra sessizce omzundaki fıçıyla beraber arka odaya girdi.
"İkisi de." dedi Aries.
Bir altın sikkeyi tezgâha bıraktı. Kadın önce bakır ya da gümüş sikke beklediğinden, gözleri bir anda büyüdü. Konaklamanın geceliği yalnızca 12 bakırdı. Yemekle beraber 20 bakır ederdi. Sadece 1 gümüş sikke ile bir aydan fazla bir süre handa konaklayabilir yemek de yiyebilirdi. 1 altın ise, bu hanın bir yıllık gelirine eşitti. Küçük bir ailenin birkaç yıllık geçimini çok rahat sağlardı.
"Bir süre kalacağız ve rahatsız edilmek istemiyorum. Yemek odama gelsin, iki kişilik. Küçük kız için sıcak bir çorba ve ilaç istiyorum. Benim için de en ağır içkiden getir."
Kadın, hızla altını aldı ve derin bir saygıyla eğildi. "Elbette, lordum! Hemen ilgileneceğim!"
Kadın, Aries ve Reyna'yı üçüncü kata götürdü. Bu katta yalnızca dört oda vardı. Alt katlarda ise 8'er oda bulunuyordu. Kadın odaları gösterirken, bunların en iyi odaları olduğunu belirtti. Ancak diğer iki odanın beş yıldır dolu olduğunu söyledi.
"Orada bir kont ailesinin genç hanımı kalıyor. Babam ve diğer büyükler ona 'Kızıl Kontes' diyorlar. Maalesef o kişiyi hiç görme fırsatım olmadı. Genel de hizmetçileri ona yemek taşır. Odasından hiç çıkmıyor. Ara da sırada, bu aralar daha sık büyücüler gelip o kişiyle görüşmek istiyorlar ancak hepsi reddediliyor. Hayatım boyunca hiç bu kadar çok büyücü görmemiştim."
Aries başını hafifçe eğdi. Bir kont ailesinin genç hanımı yalnız başına mı kalıyor? Hem de 5 yıldır?
Kadın konuşmaya devam etti ama Aries ilgisini kaybetmişti. Şimdilik Reyna ile ilgilenmeliydi.
Sonunda, Aries sağdaki odayı seçti. Kadın, odanın anahtarını teslim etti ve hızla aşağıya indi.
Tam kapıyı kapattığında…
Zihninde bir varlık hissetti.
Derin, tuhaf bir enerji, sanki onun zihnine sızmaya çalışıyordu.
İlk kez böyle bir şey hissediyordu.
Ve sonra…
Zihninde tatlı, zarif bir kadın sesi yankılandı.
"Sen… kimsin?"